İSTİKLAL MARŞI İNCELEMESİ - 1
–Kahraman Ordumuza–
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ–mahrem eli;
Bu ezanlar–ki şehâdetleri dînin temeli–
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder–varsa–taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh–i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Mehmed Akif Ersoy
İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı günleri anlatan ve ilk iki kıt'asını açıklayan bir deneme hazırlamıştım.
Bunları çoğaltmak üzere gittiğim fotokopici genç:
– Ağabey, ben Lise'de okuyorum. Bunlardan bir nüsha da bana verebilir misiniz? dedi.
– Siz bunları derslerinizde zaten etraflıca öğreniyorsunuz, dediğimde; garip bir tavırla içini çekti ve:
– Ne gezer ağabey!... dedi, sustu.
İşte kardeşimizin bu tavrı, beni konuyla ilgili olarak daha fazla araştırma yapmaya sevketti. Elimdeki çalışmayı kaynaklara inerek, İstiklâl Marşı konusunda, başvurulabilecek bir kitapçık haline getirmeyi tasarladım. Konuyu:
İstiklâl Marşı-DERS: I ve İstiklâl Marşı-DERS: II, şeklinde iki bölüme ayırıp;
I. Bölümde, Anadolu'nun yurt edinilmesinden Millî Mücadele'ye kadar geçen dönem (özet);
II. Bölümde de esas konumuz olan İstiklâl Marşı'nın yazıldığı günleri, Mecliste kabul edilişini ve İstiklâl Marşı'nın tamamının açıklamasını yapmaya çalıştım.
Din görevlisi arkadaşlarımız bu kitapçığı okuyarak kendi meslektaşlarının Milli Mücadele'deki göz yaşartan çilesini ve çabasını kısmen de olsa öğrenebilecek;
Yurt dışında yaşayan işci kardeşlerimiz ve çocukları, Anadolu'nun vatan yapılma öyküsünü heyecanla okuyarak; esir edilmek istenen Türk Milleti'nin şanlı direnişini zihinlerine nakşedeceklerdir.
Bu çalışmada, bilinmeyen yahut olmayan yeni şeyler ortaya konmadı. Sadece var olan dağınık durumdaki güzellikler, kır çiçekleri misâli derlenip bir araya getirilmeye gayret edildi o kadar...
Kitapçıktaki bilgilerin her vatandaşımıza, bilhassa öğretmen arkadaşlarım ve öğrenci kardeşlerimize faydalı olacağına inanıyorum.
Eylül/ 1997
Yılmaz TARTAN
Diyanet İşleri Başkanlığı
Musahhih
İki binli yıllara varırken lise son sınıfa gelmenin sevinci ve coşkusu var her birimizde.
Günler, sonbaharın kollarında, Ankara'ya has beşinci mevsime doğru kanat çırpıyor.
Bugün günlerden pazartesi. Öğleye kadar dört saat Edebiyat dersi işleyeceğiz. Konu; İstiklâl Marşı'mız...
Edebiyat öğretmenimiz Hüsnü Bey, İstiklâl Marşı'mız için iki hafta ayırdığını (bir hafta dört saat), az olmasına rağmen bu kadarcık bir zaman zarfında İstiklâl Marşı'mızı işlemek zorunda olduğumuzu daha önce anlatmıştı.
Hüsnü Bey, İstiklâl Marşı'nı anlatmadan önce, Anadolu'nun vatan yapılma öyküsünü ve Millî Mücadele'ye kadar geçen dönemi özetleyecek; bizler de yetiştirebildiğimiz kadarıyla not alacağız.
Birazdan Edebiyat öğretmenimiz, bir kucak dolusu kitapla sınıfa giriyor. Hepimiz şaşkın bir halde ona bakıyor, ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyoruz.
Kitapları masaya koyduktan sonra, hassas ve önemli bir meseleyi anlattığını ima edercesine yavaş, ama heyecanlı bir şekilde başlıyor konuşmaya:
Arkadaşlar!
İstiklâl Marşı gibi çok önemli bir konuyu işliyoruz. Bu konuyu, her Türk evladı tüm tafsilâtıyla bilmek ve anlamak zorundadır.
Tarih derslerinde, Millî Mücadele'nin doğuşunu ve geçirdiği safhaları; o dönemin çile günlerini, derinliğine öğrendiğinize eminim.
Bununla birlikte dersimizin konusu gereği, tarihimize tekrar göz atmak zorundayız.
Hüsnü Bey, (daha önce konularına göre fişleyip sıraya dizdiği) kitaplardan en üsttekini alarak şöyle devam ediyor:
İstiklâl Marşı'nı Anlayabilmek İçin
M. Akif'in destansı çalışmalarını araştıran bir yazarımız, İstiklâl Marşı konusunda şöyle yazmış; Birlikte okuyalım:
İstiklâl Marşı'nın manasını anlayabilmek için şunları çok iyi bilmek lâzımdır.
a- Türk Tarihini, Yüce İslâm Dini'ni ve Türk'ün karakterini...
b- İstiklâl Marşı şiirinin şairi M.Âkif'imizi iyi tanımak şarttır.
c- Türk Dilini çok iyi bilmesi lâzımdır. Çok güzel ve zengin dilimizin çeşitli manalara gelen söz ve söyleyiş incelikleri vardır. Türkçe'nin kendine has bir üslubu ve cümle mimarisi vardır. Bunların bilinmesi gerekir.
d- İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı o karanlık günlerdeki aziz vatanımızın ve milletimizin durumunu iyi bilmek lâzımdır (1).
Bu fikirlere aynen katılmamak mümkün değildir.
Arkadaşlar!
Özet olarak şunu belirtelim; Türk tarihi bilinmeden İstiklâl Marşı'mızı anlamamız da yorumlamamız da mümkün değildir.
Türk tarihinin nadir çileli günlerinden bir dönemi bizzat cephede bulunarak yazan Muharrir, tarih konusunu bakınız nasıl anlatmış (bir başka kitabı eline alıp, daha önce işaretlediği sayfayı okuyor):
Tarih; o kadar mühim, o kadar dikkate değer bir ilimdir ki, tarih bilinmez ise devlet gemisinin dümeni istenilen istikamete çevrilemez. Tarih, bir milletin bakıp bakıpta varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzelteceği, bir ayna gibidir (2).
İşte, bu yüzden 2.500 yıllık Türk tarihinin hiç olmazsa son bin yılı çok iyi bilinmelidir. Her millet evladı en az kendi kökünü kökenini tanıyacak kadar tarihini bilmeli, tarih şuuruna ermelidir.
Arkadaşlar!
Dikkat ederseniz bu cümlede iki ayrı hüküm göze çarpıyor.
Nedir onlar?
1- Tarih bilmek,
2- Tarih şuuruna ermek.
Tarih bilmek ayrı bir şey; tarih şuuruna ermek ayrı bir şeydir.
Tarih Şuuru
1071 yılında, Ağustos ayının filan gününün şu saatinde Alparslan'ın ordusu, düşmanı yerle bir etti demek tarih şuuruna ermek değildir.
Tarih şuuru; Malazgirt deyince onu ruhen ve bedenen yaşamandır.
Romen Diogenes karşısında, dedenin, amcanın, soyunun-sopunun savaştığını düşünerek, bu amansız kavgayı gözünün önüne getirip deli sular gibi coşmandır.
Çanakkale Harbi'nde;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
..................................
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdîlere, hep sağnak sağnak.
..................................
Bu muazzam destanda tasvir edildiği gibi, düşman gülleleri tepelerine düştükçe gökyüzüne fırlayan baş, gövde, kol ve bacakların dedene, babana, amcana hatta ve hatta ders gördüğün öğretmenine yahut bir başka sevdiğine ait olduğunu düşünüp irkilmendir!
Eğer bunu yapmıyorsan Çanakkale Destanı'nı anlayamazsın.
Millî Mücadele'yi anınca, tasvir edilen yokluklar, halkın yaşadığı acı ve ızdıraplar kalbini sızlatmıyorsa, İstiklâl Marşı'yla benliğin titremiyor, zafer sevinciyle gözlerin yaşarmıyorsa; Bunun sebebi tarih şuuruna erememiş olmandan kaynaklanır.
Tarih şuuruna eremeyen bir kişinin okudukları ise, kuru, hissiz ve anlamsız herhangi bir metin parçasından farksızdır.
Tarihi Görevimiz Neydi?
Arkadaşlar!
Tarihimiz göstermektedir ki; millet olarak yeryüzünde fesat çıkarmamışız, mazlumları korkutmamışız, güçsüz olanın üstüne gitmemişiz, aman dileyene el kaldırmamışız.
Yüzyıllar boyu dünya üzerinde her istediği şeyi yapabilme konumunda olan bir milletin, fenalıklardan sadece ve sadece misyonu gereği çekinmiş olması o millet için şeref olarak yeter de artar bile.
Arkadaşlar!
Dersimizin içerisinde karşılıklı soru cevap şeklinde işleyeceğimiz yerler de var. Yeri geldiğinde ben sizlerin de fikirlerini alacağım.
İşte ilk sorum:
– Atalarımızın tarihî misyonlarından bahsettik. Bu cümleden ne anlıyorsunuz? Kim cevap vermek ister?
Hüsnü Bey, havaya kalkacak bir parmak arayadursun, arkadaşım Olgun atıldı:
– Tarihteki görevimiz dünyaya hakim olmaktı.
Hüsnü Bey:
– İyi ama dünyaya hakim olmayı, bir görev yahut amaç olarak vurgularsan, milletimizi yeterince tanımadığını söylemek zorunda kalacağım.
Ön sıradan Zeynep parmak kaldırıyor:
– Çok yerler işgal edip, çok zengin olmak; hedefimiz buydu...
Hüsnü Bey, bu cevap karşısında irkilir gibi oldu. Belki de hiç ummadığı yahut beklemediği bir cevaptı.
Öğrenciler üzerinde tekrar göz gezdirerek şöyle dedi:
– Arkadaşınızın söylediklerine katılan var mı? Neden ve niçinlerini de cevaplandırarak konuşmak isteyen buyursun.
Dört-beş arkadaşımız Zeynep'i destekler manada şeyler söyledi. Ama sanıyorum söylediklerinden kendileri de birşey anlamamışlardı.
Ayrıca Zeynep'i tenkit eder şekilde konuşanlar oldu; lakin onlar da olayları yorumlamada yetersiz kalıyor, cevap verebilmekte zorlanıyorlardı.
Hüsnü Öğretmen, kendi sorusunu kendisi cevaplarcasına tekrar konuşmaya başladı:
Atalarımızın tarihteki görevleri, sadece ve sadece ülkeler fethedip, gelir kazanmak olsaydı; sanıyorum altıyüz yıl dünyanın en büyük devleti olarak yaşayamazdık. Çünkü adaletle hükmetmeyen nice nice imparatorluklar, çok kısa bir zamanda, tarihin tozlu sayfalarına intikal etmişlerdir.
Atalarımızın gittikleri yerlerde ne yaptıklarına tarih şahitlik ediyor. Onların mirası gözümüzün önünde.
Buna rağmen atalarımızın tarih üzerindeki konumlarını tartışmak, onları sahiplenmemek bence abestir. Bizim bu halimiz şuna benzer; önünüzde akıp duran bir ırmak var; Sizler ırmağa bakıp; bu ırmak akıyor mu, akmıyor mu diye tartışıyorsunuz.
Bir misâl: Macaristan İlimler Akademisi'nin tespitine göre, Macaristan'dan bir yılda 7 milyon akçe vergi toplamışız. Bunun karşılığında 21 milyon akçe yardım etmişiz.
Bir başka misâl:
1683 II. Viyana seferinde kuşatmanın uzaması üzerine, ileri görüşlü komutanlar yaptıkları durum değerlendirmesinde; hemen zorlu bir saldırıya geçilmesini aksi halde durumun aleyhimize döneceğini ilgili yerlere bildiriyorlar.
Ordu komutanı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu durumu bildiği halde saldırı sonucunda insanlar ölür; şehir harap olur diye saldırıya müsade etmemiştir.
Sonuç bizim aleyhimize olmuştur ama yapılan o hareketle tarihe ışık tutan bir davranış sergilenmiştir (3).
Evet yukarıdaki örnekleri yüzlerle binlerle anlatmak mümkündür.
Kar'ın beyaz, Güneş'in sıcak ve yakıcı olduğunu anlatmak için uğraşmaya gerek yoktur. Böyle bir girişim boş bir meşgale olacaktır.
Arkadaşlar!
Atalarımızın tarihteki görevleri adalet ve dürüstlüğün bayraktarlığını yapıp, yeryüzünde doğru bildiklerini yaşanır kılmaktan ibaretti.
Bunu yaparken de hile ve hurdaya asla sapmamışlar; İslâm'ı tertemiz yaşamaya ve yaymaya çalışmışlardır. Onun için de fethedilen yerlerin halkı bir süre sonra tamamıyle müslüman olmuştur.
Öyle ya; iyi, güzel ve doğru olan nerede ise insanlık daima onun arkasında olmuştur.
Niçin Anadolu?
Anadolu, bulunduğu yer ve konum olarak dünya çapındaki önemini hiç bir dönemde kaybetmemiştir. Mısır ve Mezopotamya ile birlikte en eski medeniyetler, Anadolu'da kurulmuştur.
Anadolu, Asya ile Avrupa; Trakya; Yakın doğu ile Balkanlar, Akdeniz ile Karadeniz arasında bir geçittir. Marmara bölgesine doğru gidildikçe jeopolitik önem artar.
Anadolu'nun bir önemi de Boğazlardan gelmektedir. Boğazlar, cihan hakimiyetine erişmek için ve dünya imparatorluğunu elinde tutmak arzusunda bulunan devlet için kilit noktasıdır.
Anadolu, tarih boyunca pek çok el değiştirmiş, vatan olmak için sanki gerçek sahibini bekleyip durmuştur.
Nihayet Anadolu, ebedi vatanı olacağı Türklerin eline geçmiş ve artık el değiştirme işi ebediyen tarihe karışmıştır.
Anadolu'nun teslim alınışı elbette kolay olmamıştır.
Türkler, tarihte eşine rastlanmaz imtihanlardan geçerek, destansı bir fedakârlığın sonunda Anadolu'yu kendilerine yâr edebilmişlerdir.
Türklerin anayurtları olan Türkistan ve Kafkasya taraflarından Anadolu içlerine 750 yılından itibaren gelmeye başladıkları anlaşılmaktadır (4).
Bu konuda bir araştırmacının görüşlerini birlikte okuyalım:
İslâm dünyasının iç ve dış tehlikelerle karşı karşıya kaldığı bir devrede, İslâmiyeti kabul etmiş olan Türkler onbirinci asırda Selçuklu İmparatorluğu'nu kurmak suretiyle İslâm dünyasına yeni bir hava ve tazelik getirmişlerdir.
Selçuklu İmparatorluğu, hem sınırlarını genişletmek, hem de dinlerini yaymak düşüncesiyle Bizans'a karşı, arka arkaya akınlar yapmışlardır. Bu akınların Sultan Tuğrul Bey, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah zamanında daha sistemli bir hal aldığı muhakkaktır (5).
Arkadaşlar!
Şu gerçeği hep aklımızda tutalım. Tarihte, tarihin akışını değiştiren, dünya üzerindeki güç dengelerini alt-üst eden büyük olaylar az yaşanmıştır.
İşte tarihin kükreyen çağlayanına dur deyip tabiri caizse yön değiştirten nadir olaylardan biri de Malazgirt Zaferidir.
Türk Tarihi'nde Malazgirt'e benzer savaşları hep görürüz. Lakin sonunda Anadolu gibi bir yurt bırakan savaş, sadece ve sadece Malazgirt zaferidir. Bu yüzden Malazgirt iyi tahlil edilmeli ve öğrenilmelidir.
Üzerinde nefes alıp verdiğimiz yerlere nasıl sahip olduğumuzu bilemezsek, onu nasıl koruyacağımızı da bilemeyiz.
Malazgirt Savaşı Öncesi ve Sonrası Durum
Dönüm Noktası: 1
Asırlarca süren İslâm Bizans mücadelesi, Anadolu'nun harap olmasına, nüfusunun azalmasına, medeni ve iktisadi geriliğe sebep oldu. Bizansın eyaletlerinde karışıklıklar görülüyor; Saray ise, menfaata endeksli çeşitli grupların müdahalesiyle çalkalanıyordu.
Romen Diogenes, Kral olduktan sonra Türk akınlarını durdurmak; Türkleri tümüyle Anadolu'dan silip atmak için büyük bir ordu ile 13 Mart 1071'de İstanbul'dan yola çıktı.
Alparslan, daha önce Bizanslıların elinde olan Malazgirt Kalesi'ni 1070 yılında fethetmiş; oradan Güney'e doğru yoluna devam etmişti.
Nice nice kaleler fethederek ilerleyen Alparslan, Halep'e vardı. Suriye üzerinden Mısır'a devam etmek üzere oradan ayrıldı.
Alparslan Gazi, Şam'a doğru ilerlerken Bizans ordusunun Doğu Anadolu istikametinde geldiği haberi alındı.
Bu haber üzerine hemen geri dönen Sultan Alparslan, Halep'te harp hazırlığını tamamladı.
Malazgirt'in düştüğü haberini alınca yürüyüşünü hızlandırdı. Bu yürüyüş sırasında pekçok deve ve at ölmüş; Fırat nehrini geçerken de bir kısım ağırlıklar yok olmuştu.
Bunun yanında orduda yiyecek sıkıntısı başgöstermişti. Bu ve buna benzer sebeplerden Alparslan yaşlı askerleri terhis etti. Az sayıda fakat genç ve dinç bir ordu ile Ahlat'a geldi.
Selçuklu ordusu az ama çok düzenli, başlarında büyük zaferler kazanmış; genç, cesur ve kudretli Sultan ile tecrübeli kumandanlara sahip idi. Hepsi müşterek gaza fikri ve Anadolu'yu ele geçirmek gayesi etrafında birleşmişlerdi.
İmparator Romen Diogenes, savaş öncesinde diplomasiye yakışmayan ifadeler kullanmaktan çekinmemiştir. Elçilere:
– Isfahan mı daha güzeldir, Hemedan mı? Bana ondan haber verin, diye sorar. Elçi:
– Isfahan, cevabını verir.
İmparator:
– Hemedan'ın soğuk olduğunu öğrendik. Biz Isfahan'da, hayvanlarımız Hemedan'da kışlasın diyerek gururunu açığa vurur.
Türk Elçisi Sav-Tekin dayanamayarak:
– Hayvanlarınız Hemedan'da kışlayabilir ama, sizin nerede kışlayacağınızı bilemem, tarzında çok ciddi ve manalı bir karşılık verir (6).
Alparslan, savaş için gerekli hazırlığını yaptı. Savaştan iki gün önce (Çarşamba günü) düşman ordusuna sulh teklifinde bulundu. Red cevabı alınca askerlerini savaş durumuna soktu. Perşembe günü, Cuma sabahına kadar tekbir sesleri, davul, boru, haykırma vs. gibi gürültülerle ve ok yağmuru ile Bizans askerleri uykusuzluk, korku ve şaşkınlık içerisinde bırakıldı.
26 Ağustos 1071 Cuma günü bir defa daha barış teklifi yapıldı. Çünkü, Türklerde savaş öncesi son bir defa daha barış teklifi sunmak gelenekti. Yine red cevabı alındı. Artık savaş kesindi.
Cuma Namazı kılındıktan sonra Alparslan beyazlar giyindi. Atından inerek secdeye kapandı. Zafer için Cenab-ı Allah'a yalvardı:
Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Rabbim; niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.
Sonra da askerlerine dönerek:
– Burada Allah'tan başka bir Sultan yoktur; benimle birlikte savaşmakta veya benden ayrılmakta serbestsiniz dedi.
Bu heyecanlı ve kararlı sözler karşısında askerler hep bir ağızdan:
Asla emrinden ayrılmayacağız, mukabelesinde bulundular. Muharebenin neticesinde ölümün mutlak olduğunu düşünerek şehid olmanın heyecanıyla ağlaşıp vedalaştılar.
Sultan, eski Türk usulüne göre atının kuyruğunu bağlayarak son hitabını yaptı:
Eğer şehid olursam, bu beyaz elbisem kefenim olsun (7).
Bundan sonra cesaret ve azimle daha önce kararlaştırdığı savaş taktiğini aynen uyguladı.
Alparslan'ın ordusunun mevcudu sadece 40-50 bin; buna karşılık Romen Diogenes'in ordusu 200 bin askere sahipti. Hatta bu rakamı 600 bin diye kaydedenler bile var (8).
Malazgirt Muharebesinde Alparslan'ın taktiğiyle düşman evvela öncü birliklerle kışkırtılmış; sonra sahte bir kaçışla düşman üzerlerine çekilmiş; çok önceden yanlardan ve arkadan çevirme harekâtı yapıldığı için bir hilal içine alınan düşman kısa zamanda imha edilmiştir.
Diogenes'in destek kuvvet komutanı, ordunun dağılmakta olduğunu öğrenince, destek vermek şöyle dursun, önce kendisi kaçmaya başlamıştır.
Malazgirt Zaferi, Türk-İslâm, Bizans ve hatta dünya tarihinde doğurduğu önemli netice itibariyle çok büyük dönüm noktalarından birini teşkil eder. Bu zaferden sonra İslâm dünyasında büyük sevinç yaşanmış, şenlikler yapılmıştır.
Türkler, Malazgirt meydan muharebesini kazanmakla hem hakimiyetlerini genişletmişler, hem de Anadolu'nun kapısını kendilerine ardına kadar açmışlardır.
Zafer sonunda esir edilen R. Diogenes'e, Alparslan'ın insanî davranışları uzun uzun tetkike değer. Fakat esas konumuzdan uzaklaşıp zihninizi dağıtmak istemiyorum.
Arkadaşlar!
Bunları bilmek ve dünya kamuoyuna anlatmak zorundayız. Alparslan'ın hürriyetini bağışladığı, yanına Türk muhafızlar katarak cebine 10 bin dinar altın harçlık verip salıverdiği İmparator'un, ülkesine sağ- salim teslim edilişi, tarihimiz için birer şeref levhası değil midir?
Tarihimizde benzeri tablolara başka zaman dilimleri içerisinde de rastlıyoruz. Meselâ yakın tarihimizden (Millî Mücadele'de) Trikopus'un oniki bin Yunan askeriyle teslim oluşu ve M.Kemal Paşa'nın kendilerine çok dostane davranışları, tarihimiz için övgü dolu vesikalardır (9).
Malazgirt Zaferi ile bir barış anlaşması yapılmıştı ama, Romen Diogenes'i tahtından atıp gözlerine mil çeken ve kızgın şişlerle kör ettiren yeni İmparator Mihael, anlaşmayı bozmuş oluyordu.
Bunun üzerine Sultan Alparslan askerlerine şöyle diyordu:
Arslan ve kartal yavruları gibi olunuz; yeryüzünde gece gündüz uçunuz; artık Romalılar ve Hristiyanlara aman vermeyiniz (10).
O tarihten sonra bütün Anadolu Oğuz Boyları ile doldu. Türkler, ebedi vatanlarına coşkun seller gibi dalga dalga akıyorlardı.
Romen Diogenes'in yerine gelen Mihael, Türklerle savaşmaya cesaret edememiş, ancak halkına yardım amaçlı olarak (Kayseri, Sivas ve Amasya taraflarına) atlar ve arabalar gönderip, onları Balkanlara getirtmiştir.
Bu siyaset Türklerin daha da çok işine yaramış, Rumlardan boşalan yerleri doldurmuşlardır.
1072'de Sultan Alparslan'ın vefatıyla yerine geçen Melikşah zamanında Anadolu'nun fethine devam edildi.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah Başkomutanlığı'nda akıncı birlikleri Anadolu içlerine girdi. Anadolu'nun fethini bir kaç yıl gibi kısa bir zamanda tamamladı.
Süleyman Şah, böylece kısa zamanda kuvvetli bir devlet kurmuş ve Boğazlardan Suriye'ye kadar (o günkü ölçülerle) uzunluğu bir ay, genişliği on gün süren bir ülkeyi hakimiyeti altına almış idi (11).
Kılıçarslan ve Danişmend Gazi zamanında da Haçlılar, Anadolu içlerinde yıpratılmaya devam edilmiş ama Haçlılar yine de Suriye içlerine kadar ilerleyebilmişlerdir.
Daha sonra arkadan gelen yüzbinlerce kişiyi bulan diğer Haçlı ordularına ise Amasya ve Ereğli muharebelerinde önemli zayiatlar verdirilerek Anadolu'yu onlara mezar yapmışlardı.
Böylece Kılıçarslan bu büyük buhranı geçirdikten sonra, Selçuklular tekrar toparlandılar.
Selçuklu hanedanları arasında devam eden hakimiyet kavgalarında 1107'de Kılıçarslan şehid oldu.
Kılıçarslan'ın şehadetinden sonra Selçuklu Türkleri yine zor durumda kaldılar.
Dönüm Noktası: 2
1176 yılında "Karamukbeli Muharebesi" yahut Miryakefalon Boğazı'nda Bizaslılarla çok önemli bir savaş daha yapıldı. Bu savaşın önemi, Malazgirt gibi, Anadolu'nun kimlere vatan olacağının kavgası olmasından kaynaklanıyor. Eğer Türkler bu savaşta yenilir ve imha edilirlerse, Anadolu'nun yurt olması belki de hayal olurdu.
Bu savaşta Haçlılar, I. Kılıçarslan'ın torunu II. Kılıçarslan komutasında tamamen imha edildiler. Bu, Malazgirt'ten sonra ikinci büyük zaferdi. Artık Anadolu Türklere ebediyen yurt olmuştu.
Görüldüğü gibi Anadolu'nun yurt olması hiçte kolay olmadı. Yaklaşık 300 yıla varan bir kavganın ve onbinlerce, yüzbinlerce yüreği avucunda, kefeni sırtında millet evladının, yakıp yıkan Bizans volkanına karşı vücuduyla dağlar yapıp göğsüyle surlar örmesiyle, Anadolu vatan yapılabilmiştir.
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ
Diyen Akif'in manidar mısraında, yıkılışın hazin manzarasına olduğu kadar, kuruluşun çetin ve zor günlerine de bir işaret olsa gerek.
Bu arada Anadolu'da, geçtiği yerleri yakıp yıkan bir Moğol felaketinin yaşanmış olduğunu da hatırlatalım.
Daha sonra Selçuklu Devleti'nin yıkılışıyla, Anadolu Beyliklere ayrıldı. İşte o günlerde tarih sahnesine Uç Beyliği olarak çıkan Osmanlı Beyliği'ni görüyoruz.
Bir Beylikten İmparatorluğa
Dönüm Noktası: 3
Bu Beyliğin (Osmanlı Beyliği) tarihin en büyük devletlerinden birini kurabilmiş olmasını askeri, siyasi ve ekonomik yönlerden ele alıp, sosyal bilimlerin varabildiği en son verilerle incelemeli ve bundan dersler çıkarmalıyız.
Evet arkadaşlar! Madem ki bizim tarihimizden söz ediyoruz; o halde sizleri de dinleyelim. Şimdi ikinci sorumu soruyorum:
– Anadolu'da var olan bunca Beylik arasından ve daha güçlüleri varken, niçin Osmanlı Beyliği bir İmparatorluk haline gelebildi?
Okan hiç tereddüt etmeden atılıyor:
– İyi savaş yaptıkları için!
Mustafa:
– Bu Beyliğin kuruluş yıllarında yerleşik bir hayatları yoktu. Kısaca vur-kaç taktiği başarıyla uygulandığı için İmparatorluğu kurdular diye düşünüyorum.
Hüsnü Öğretmen bir kaç öğrenciyi daha dinliyor ama, verilen cevapları yeterli görmediği açık. Sonunda kendisi tekrar konuya giriyor:
Bu söylediklerinizin herbirinde doğruluk payı elbette var. Ama Osmanlı Beyliği'nin başarısı bence, kardeş kavgasına girmemesinde, diğer kardeş Beyliklerle savaşmak yerine devamlı Bizans'ın üzerine yürümesinde aranmalıdır.
Bu taktik, bugünlerimize de ışık tutan nadide bir parıltı değil midir?
Osmanlı Beyliği'nin 1299'da kurulması, devlet merkezinde hep samimi, salih, âlim, fazıl kişilerin bulunması, Osmanlı'nın kısa zamanda serpilip gelişmesinde en önemli unsurdur.
Bursa, Edirne ve İstanbul'un fetihleri ayrıca başkent yapılmaları herhalde tesadüfi bir uygulama olmasa gerek. Bunlar, tarih yolunda tabiri caizse başarının kilometre taşlarıdır.
Dünyanın en büyük devletini bir büyüteç altına almaya kalktığınızda, kültür ve medeniyetini tüm şubeleriyle görmek zorundasınız. Aksi halde yanlış karar verir, doğru değerlendirme yapamazsınız.
Bin kilometre karelik bir Osmanlı Beyliği'nden, yirmibeş milyon kilometrekarelik muazzam bir İmparatorluğa uzanış; sosyal, siyasi, ekonomik, askeri, her yönüyle muazzam bir devlet yönetimi.
600 yıl varlığını sürdüren Osmanlı'nın yaklaşık 300 yılı, dünyanın yegane hakim gücü olarak tarih sahnesinde görülüyor. Geri kalan zaman dilimlerinde de gücünden hep korkulmuş, çekinilmiş; bir başka ifadeyle saygınlığını kabul ettirmiştir.
Osmanlı'nın mirası olan medeniyeti, kültür, san'at ve estetik çalışmaları, Osmanlı'nın ince zekâsının, gönül zenginliğinin ve ruh dünyasının erişilmezliğini belgeler niteliktedir. Taşa kazınan mana; divitle yazılan san'at içinde san'at yüklü yazılar; ateşte pişirilen göz alıcı şahane çiniler; yüzlerce-binlerce cilt el yazması eserler hepsi, herbiri Osmanlı'nın büyüklüğüne şehadet eder gibidir.
İnişe Doğru...
Dönüm Noktası: 4
1683 II. Viyana bozgunundan sonra, Osmanlı'yı yavaş yavaş eski aktivitesini yitirmiş gibi görüyoruz. Bu tarihten sonra sanki zirveden belirgin bir düşüş vardır.
1699 Karlofça Antlaşması, tarihe Osmanlı'nın ilk geri çekiliş belgesi olarak yansıdı.
Osmanlı Devleti'nin Sultan III. Selim ile başlayan Batılılaşma düşüncesi, II. Mahmut ile hayata geçiyor ve 1839 Tanzimat Fermanı'yla resmiyet kazanıyordu.
Güven ve Şaşkınlık
Lâle Devri'nden beri, devlet yöneticileri ancak batılılaşarak ve Batı'da geçerli kurallar alınarak güçlenip gelişebilecekleri fikrinde idiler.
Devlet, bu güven duygusundan çok defa hayal kırıklığına uğramıştı.
1798'de Fransa'nın Mısır'ı işgali, zamanın hükümdarı III. Selim'i hayretler içinde bırakmıştı. Fransa'nın dostluğundan son derece emin olan III. Selim Mısır'ın işgal edilişine bir türlü inanamıyordu.
İnanamazdı; çünkü Fransızlar bizimle dost idiler. Hiç mümkün mü bir dost, diğerinin mülküne saldırsın. Lâkin III. Selim'in iyi niyetine rağmen unuttuğu bir şey vardı; herkes tabiatında olanı günü gelir icra eder.
Sizlere, ders almanız için konuyla ilgili bir fıkra anlatayım;
Bir Fıkra
Bir nehirden karşı kıyıya geçmek için akrep, kurbağadan yardım ister. Kurbağanın sırtına binen akrep karşıya geçerken, kurbağaya zehirli iğnesini batırıp zehirler. Kurbağa şaşkındır:
– Ben sana iyilik yapmak için uğraşıyorum; görüyorsun seni karşıya geçiriyorum. Sen ise beni zehirlemekle meşgulsün...
Kurbağanın sırtındaki akrep sırıtarak cevap verir:
– Ehh! Ne yapalım; benim görevim de önüme geleni, fırsatını bulduğum anda zehirlemek; Bunda şaşılacak ne var ki?
Evet bu küçücük fıkrada, alabilirsek büyük dersler var. Alabilirsek diyorum, çünkü ne denilmiştir? Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az...
Aydın ve Yöneticilerdeki Fikir Ayrılığı
19.Yüzyıl içerisinde devletin üst kesimleri kalkınma ve gelişme konusunda fikir birliği içinde olamadılar. Mustafa Reşit, Mithat Paşalar İngiliz taraftarı; Ali ve Fuat Paşalar Fransız; Mahmut Nedim Paşa Rusya; Enver ve Talat Paşalar ise Almanya ile yakınlıklarıyla meşhur olmuşlardı.
Bu yakınlıkların hiç bir faydası görülmedi. Osmanlı yine bu devletler tarafından zayıf düşürülmüş, toprakları işgal edilmiş ve insanları katledilip soykırıma uğramıştı (12).
II. Abdulhamid'in ileri görüşlü devlet yönetimi ile Osmanlı'nın ömrü 33 yıl daha uzatılabilmiş. En azından toprak bütünlüğü korunabilmiş.
Bir başka yazarımız ise o günleri şöyle anlatıyor:
1911 yılında İtalyanlar bize ait Trablus ve Bingazi'yi işgal etmişlerdi. O yıllarda bazı Balkan devletleri, İmparatorluktan ayrılarak istiklâllerini ilan etmişler, topraklarını genişletmenin yolunu arıyorlardı.
1912 yılında Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar ve Karadağlılar birleşerek Rusya'dan yardım ve teşvik görüp Osmanlı'ya harp açtılar. Gayeleri Osmanlı'nın Avrupa'daki topraklarını aralarında bölüşmektir.
I. Balkan Harbi böylece başlar. Harple birlikte asker toplanıp cepheye sevkedilir.
Ordumuz içerisinde irtibatsızlık ve ileri gelenler arasında ikilik vardır. Düzensiz asker, biribirleriyle irtibatı zayıf birlikler, düşman için bulunmaz fırsattır.
Nihayet Bulgarlar, Çatalca'ya kadar ilerlediler. Yunanlılar Ege denizi'ndeki adalarımızı işgal ettiler. Böylece asırlarca müslümanların idaresindeki bir çok yer kâfirlerin istilasına uğradı. Nice Müslüman malını, canını kaybetti. Irz ve namuslar, hak ve hürriyetler hep heder oldu. Nice zulümler ve işkenceler yapıldı.
Bu arada Balkan devletleri, Osmanlı'dan aldıkları yerleri aralarında bölüşemeyip biribirleriyle harp etmeye başlamışlardı. Romenler, Sırplar ve Yunanlılar bir olup Bulgarlara karşı savaşıyorlardı.
Osmanlı idarecileri kaybettikleri yerleri geri alma düşüncesiyle tekrar savaşa girdiler. II.Balkan harbi de işte böylece başlamış oldu. Bir yıl kadar sonra savaş sona erdi; Osmanlılar Bulgarları yenerek Edirne ve Kırklareli'yi geri aldılar (13).
Birinci Dünya Savaşı
I. Dünya Savaşı, Osmanlı için bir dönüm noktası, âdeta yıkılışın adı oldu.
28 Haziran 1914'te Avusturya Veliahtı'nın Saraybosna'da öldürülmesiyle savaş başlamıştı.
Osmanlı Devleti savaşa Kasım 1914'te girdi. Yönetimde bulunan İttihat ve Terakki liderleri, savaşı Almanya'nın kazanacağını, böylece de daha önce kaybedilen yerlerin tekrar kazanılabileceğini düşünüyorlardı.
Almanya ise doğuda Rusya'ya karşı Osmanlı'dan faydalanmanın hesabını yapıyordu. Zaten ilk cephe doğuda Kafkas cephesinde Ruslar'a karşı oldu. Daha sonra İngilizlere karşı Irak Cephesi, güneyde İngiliz-Fransız ve Filistin'de savaşıldı.
Tarihimiz Geniş Cepheli Savaşlarla Dolu…
1596'da Tiryaki Hasan Paşa'nın Kanije savunması, 1877'deki (93 harbi) Gazi Osman Paşa'nın Plevne savunması ile aynı savaşın doğu cephesi olan (ve Nene Hatun'u da destanlaştıran) Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın Erzurum savunmaları gibi.
Evet Osmanlı Tarihi, büyük cepheli savaşlarla doludur.
1353 Rumeli'ye çıkışla başlayan batı maceramızda Sırpsındığı, Kosova ve Varna savaşlarından beri hep birden fazla devletle savaştı Osmanlı. Hatta 1396'daki Niğbolu savaşında 13 devletin ordusuna karşı savaşılmıştı. 1683 Viyana bozgunu sonrası kurulan Haçlı ittifakına (Avusturya, Venedik, Rusya, Lehistan, Malta) karşı 16 yıl mücadele edilmişti.
XV. yüzyılda başlayan coğrafi keşifler ile Avrupa'da uyanan sömürgecilik duyguları, XIX. yüzyılda iyice ortaya çıkmış; Amerika, Afrika ve Asya'nın güney ve doğu bölgeleri, Avustralya kıtaları Avrupalı devletlerce sömürgeleştirilmişti.
Ancak Avrupalı devletler bu kadarla yetinmiyor, daha fazla pay kapmanın yollarını arıyorlardı. Bir tarafta İngiltere-Fransa-Rusya; öbür tarafta Almanya-Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'yla İtalya.
Osmanlı'nın bu savaşa kesinlikle girmemesi gerekiyordu. Ancak Almanya, iktidardaki Enver Paşa ve ekibini savaş için zorluyordu. Hepimizin bildiği gibi, İngiliz donanmaları önünden kaçarak sığınan iki Alman gemisinin satın alındığı ilan edildi. Sonra bu gemilerin, gerçek amaçlarını gizleyerek Karadeniz'e çıkıp Rus limanı Odesa'yı topa tutması, Osmanlı'nın resmen savaşa katılması için yetti de arttı bile.
Rus Çarı'nın isteği üzerine 13 Ocak 1915'te Londra'da toplanan savaş meclisi, boğazlardan geçilerek Rusya'ya yardım götürülmesine hatta İstanbul'u alarak Osmanlı'yı savaş dışı bırakmaya karar verdi. Böylece Almanya yalnız bırakılarak mağlup edilmesi kolaylaşmış olacaktı.
Çanakkale Destanı
Çanakkale savaşı, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'nda döğüştüğü 9 cepheden biridir.
Çanakkale cephesinde müttefiklere karşı savaşılırken, Almanya'ya yardım için Galiçya'ya asker yollandı. Bulgarlara yardım için Makedonya'ya yardıma gidildi.
Çanakkale Harbi, düşmana karşı verilmiş en büyük savunma savaşlarından biridir.
İngiliz ve Fransız donanmalarından oluşan müttefik düşman kuvvetleri, 19 Şubat 1915'te 18 büyük savaş gemisi ile Çanakkale istihkâmlarını ağır top ateşine tuttu.
Osmanlı Devleti bu teknik karşısında çok zayıf durumda idi. Yeterli gemi, top, özellikle uzun menzilli topları yoktu. Düşman bir an evvel boğazı geçip İstanbul'a varmaya çalışıyordu.
Millî Şairimiz M.Âkif, o günleri şöyle dile getiriyordu:
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
.......................
Eski Dünyâ-Yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
........................
Yüreği vatan sevgisi, iman aşkı ile dolu Anadolu Türk'ünün bu mübarek cihadını ise:
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Diye ifade ederek müslüman Türk'ün bu savaşının büyüklüğünü, ancak Mekke müşrikleriyle Bedir harbinde savaşan Hz.Peygamber (s.a.s) ve ordusunun cihadına benzetiyor, onu misâl gösteriyordu.
İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale'yi azgın top gülleleriyle bombardımana devam ediyor, korkunç direnişi kırmaya çalışıyor ama Mehmetcik yılmıyor, ölüyor lâkin geçit vermiyordu.
İşte böyle kanlı çarpışmalar olurken, İngiliz devlet adamı Lord Curzon: Fırsat eldeyken Türkleri Avrupa'dan atalım, onlara hayat hakkı vermeyelim, Ayasofya'yı yeniden kilise yapalım derken; bir başka İngiliz Lord Kitchener: Türkleri dünya haritasından silinceye kadar harbe devam etmeliyiz, diyordu.
Ancak 18 Mart günü kazanılan büyük zaferle 7 düşman donanması batırılmış, müttefikler büyük kayıplara uğramıştı. Boğazdan geçemeyeceğini anlayan müttefikler bu defa Gelibolu yarım adasından geçmeyi denediler.
25 Nisan'da başlayan kara harekâtı Aralık ayının sonlarına kadar devam etti. Başaramayacaklarını anlayan müttefik kuvvetler, 9 Ocak 1916'da Çanakkale bölgesini boşaltarak memleketlerine döndüler. Hem de cümle âleme perişan olarak…
Ve kaybımız 253.000 Mehmet...
İşte Çanakkale'yi savunan, lâkin Türk Milleti'nin belki de bahtını kurtaran o şehidler bizim için her türlü takdir ve övgünün üstündedirler.
Dini, imanı, vatan ve namusu için savaşan, ölüme gülerek giden insanların döğüştüğü yerdir Çanakkale.
Akif'in dediği gibi:
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Türk milletinin Çanakkale'deki azmi ve imanı, harp tarihi içerisinde örnek alınacak efsane boyutunda bir olaydır.
Bin yıldır bu milletin Cepheye giderken bilip söylediği bir parolası olmuştu; "ölürsem şehit, kalırsam gazi" diyerek ölüme güle oynaya gitmiş; dilden dile dolaşan bir marş gibi cepheden cepheye koşmuştur.
Savaş pek çok şeyimizi aldı götürdü. Netice itibariyle koskoca imparatorluk elden çıktı.
Çanakkale'de bir destan yazılmıştır ama; neler neler pahasına. Elimizde avucumuzda ne varsa kaybettik. Yetmedi; Çanakkale'ye yüreğimizi gömdük; hem de Millet olarak.
Lakin Gazilerimizin şu öğütlerini kulağımıza küpe yaptık.
Aman dikkat edin! Su uyur, düşman uyumaz.
Dün Malazgirt'te yenilen düşman, Ayasofya'yı camiye çeviren Fatih'e ve onun nesline duyulan düşmanlık, Niğbolu'da, Mohaç'ta, Preveze'de ve Viyana önlerine kadar at koşturan İslâm'ın büyük mücahit milletine duyulan Hristiyan haçlı öfkesi, Çanakkale'de yüzlerce yıllık biriken kinini kustu.
Bir zamanlar İspanya karşısında çaresiz kalan İngiltere, Almanya'ya esir düşen Fransa kralı, Türk yardımıyla kendini kurtarmışken, bu iyilikleri Çanakkale'de hiç hatırlamadılar.
Çanakkale'de taşlar kadar insan kemiği, otlar kadar insan saçı var dense yeridir.
Bilhassa o zaman yüksek tahsile devam eden 8 kur'a yedek subay olarak, 1315 doğumlular acemi asker olarak cepheye sürülmüşler ve tamamen şehid olmuşlardı. Böylece Türk milletinin ufkunu aydınlatacak tahsilli gençlerle, insan gücünü meydana getiren genç nesiller yok olmuştur (14).
Böylece Çanakkale, Anadolu'nun nice has evlatlarına mezar olmuştu. Onun için:
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Offf gençliğim eyvah!
Ağıtında gencecik yaşında Cepheye koşup şehid olanların yürek yakan terennümlerini duyar gibi oluruz.
Evet, dört sene süren I. Dünya Savaşı'nda nice 5'liler 15'liler gitmiş ve nice analar, gelinler ve genç kızlar gözyaşı dökmüş ve yüreği kan ağlamış, ağlamıştı... Şimdi oralarda Anadolu'nun her köyünden, belki her hanesinden bir şehid, bir kurban yatıyor.
Şu tek mısranın ifade ettiği mana derinliğini, sayfalar dolusu yazarak acaba anlatabilir miyiz?
Şüheda gövdesi bir baksana dağlar, taşlar
Evet aynen böyle. Çanakkale'nin dağları taşları şehid kanıyla boyanmış, siperler cansız Mehmetlerin gövdeleriyle dolmuştu.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı orduları, yer yer zafer kazanmasına rağmen; müttefikleri olan Almanya, Bulgaristan ve Macaristan yenilerek savaştan çekildiler. Bu durumda Osmanlı da savaştan çekilmek zorunda kaldı.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile devlet fiilen sona ermiş oluyordu.
Avrupa, Anadolu'nun 1071'de Alparslan tarafından fethedilmesini, daha sonra da Türkleşmesini ve müslümanlaştırılmasını bir türlü içine sindirememiştir. Bunun için Batı, Anadolu'yu geri almak ve tekrar Hristiyan yapmak üzere yıllarca plânlar yapmış, mücadeleler vermiştir.
Bu şekilde emperyalistler bir bakıma Şark Meselesini çözüme bağlamışlardı. Bu yüzden Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrasında hemen faaliyete geçtiler. Başka bir ifadeyle, iç-dış ihanet odakları elele vererek, nihayet 9 asır süren bir mücadelenin sonunda, anayurdumuz, Anadolumuz, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Bu emperyalistler sanıyorlardı ki, bitmek-tükenmek bilmeyen savaşlar sonunda yorgun ve fakir düşen Türk Milleti, istilaya karşı duramaz ve Türk toprakları da kolaylıkla paylaşılıverir (15).
Anadolu halkı, Mondros Ateşkesi'nin koşullarını öğrenir öğrenmez silaha sarılmış ve işgalcilere karşı direnmeye ve örgütlenmeye girişmiştir. Amasyalısıyla, Trakyalısıyla, Denizlilisiyle, Aydınlısıyla, Ankaralısıyla, emperyalistlere karşı ayaklanmıştır.
Kısaca çoluğuyla-çocuğuyla, kadınıyla-erkeğiyle, Türk Milleti'nin bütün fertleri harekete geçmiştir. Kadınlarımız cephelere mermi taşımış, yetişkinlerin yanısıra çocuklar vuruşmalara katılmıştır.
3 Kasım 1918 'de İngilizler Musul'u işgal ettiler.
13 Kasım 1918 'de düşman gemileri İstanbul'a geldiler.
15 Mayıs 1919 'da Yunanlılar İzmir'e asker çıkardılar.
Bir Soru
Arkadaşım Doğan parmak kaldırıp söz alıyor:
– Hocam! Vatan işgal edilirken, halk olup bitenlere seyirci mi kalıyordu? Herşeye rağmen elindeki kıt imkânları zorlayarak gereken tepkiyi göstermesi gerekmez miydi?
Hüsnü Öğretmen bir süre Doğan'ın yüzüne baktı; derin derin iç geçirdikten sonra şöyle devam etti.
– Sevgili Doğan! Sanıyorum, milletin halini biliyor olmalısın ki, ifadende "herşeye rağmen" tabirini kullandın.
Doğan, Hüsnü Öğretmeni tasdikler gibi oturduğu yerden başını sallıyordu.
– Evet, her şeye rağmen bu Millet, İzmir'in işgalini çok büyük tepkilerle dile getirmiştir.
Hasan ayağa kalkıyor ve:
– Hocam! Dedem, hep Harb-i Umumi'den bahsederdi. Sonra da Millî Mücadele'den; 12 yıl askerlik yaptığını anlatırdı. Memleketin en zor günlerinde şaşkın, çaresiz, ihtiyar, pekçoğu sakat kalmış insanlara yeni bir hayat verircesine din adamlarının öne geçip görev yaptığını anlatırdı.
– Çok doğru! İsterseniz bu bilgileri kısa da olsa kaynaklarımızdan okuyalım:
Halkımız ve Din Adamları
Denizli Mitingi:
İzmir'in işgali haberi alınır alınmaz 4 saat gibi kısa bir zaman sonra 15 Mayıs 1919'da Denizli'de Müftü Ahmet Hulusi başkanlığında bir miting düzenlendi. Müftü Efendi bu mitingte halka şöyle sesleniyordu:
– Muhterem Denizlililer!
Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.
İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir.
Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir. Silahımız olmayabilir; topsuz tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına dikileceğiz. İstiklâl aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemiz sonunda zaferi kazanacağız (16).
Şeklinde devam eden ateşli ve dokunaklı hitabı orada bulunanları coşturmaya yetti. Sonra bu miting çevre illere ve ilçelere örnek oldu.
İstanbul Mitingi:
İzmir'in işgali en güçlü ve ses getirici şekilde İstanbul'da protesto edildi.
Bu hain işgali protesto için, İstanbul Sultan Ahmet Meydanı'nda büyük bir miting yapılmıştı.
Bu toplantıda Sultan Ahmet Camii'nin minarelerine 16 ve Ayasofya Camii minarelerine 4 hafız çıkarak hepsi birden salatü selam okudular. Daha sonra yanık sesli bir müezzin ezan okudu.
Bu arada yakında bulunan cezaevindeki sanıklar tekbir getirmeye başladılar. Üniversiteli gençler bayrağımızı siyaha boyayarak ortaya getirdiler. Bu anlamlı ve hazin manzara içinde toplanan kalabalığa hatibler ateşli konuşmalar yaptılar ve vatanımızın işgal edilmesini en sert şekilde protesto ettiler.
Bilindiği üzere Millî Mücadelenin ilk günlerinde halk, Mustafa Kemal Paşa'nın da belirttiği gibi hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar âdeta durgun bir haldeydi.
İzmir'in işgali üzerine 16 Mayıs 1919 günü Denizli-Sarayköy'de de işgali tel'in mitingi düzenlenmiştir. Bu mitingte İlçe Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi halka:
İzmir'in kâfir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kâfirlerin bulunduğu yerde namaz kılınamayacağını ve kılınmasının caiz olmadığını bildirerek düşmana karşı konulmasını istemiştir.
Denizli-Çal Müftüsü Ahmet İzzet Efendi, 17 Mayıs 1919 günü Çal halkını Çarşı Camii'nde toplayarak onlara düşman istilasına karşı seyirci kalınmamasını ve silahla mukavemet edilmesinin gerekli olduğunu anlatmıştır.
İzmir Mitingi
Öte yandan Yunan işgali öncesinde İzmir'de düzenlenen mitingte de İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi: Vatan sevgisi imandandır. İzmir'in asırlardır ezan sesleri yükselen semalarında kulakları tırmalayan çan seslerine katlanmaktansa şerefle ölerek şehadet şerbetini içmeyi tercih ederim.
Kardeşlerim! Ciğerlerinizde bir soluk nefes, damarlarınızda bir damla kan kaldıkça, anavatanımızı düşmanlara teslim etmeyeceğinize, Kur'an-ı Kerim'e el basarak benimle birlikte yemin edin.
Rahmetullah Efendi, İzmir Valisi İzzet Bey'in Yunan işgaline karşı çıkılmaması emri üzerine de;
Vali Bey! Bu sakalım kanımla kızarabilir, ama şu alnıma Yunan alçağını sükûnetle selamlamış olmanın karasını sürerek Huzur-u İlahi'ye çıkamam, diye haykırmıştır.
Manisa Fetvası
Manisa'da da Manisa Müftüsü Alim Efendi (o bölgedeki diğer Müftülerle birlikte), İzmir'in işgalinden sonra Yunan işgalini din açısından değerlendiren bir fetva vermişlerdir. Bu fetvada, Yunan işgali ve zulmünün haksızlığı belirtildikten sonra, buna karşı fiili mukavemetin yani cihad yapmanın farz olduğu açıklanıyordu.
Esir ve Şehid Müftüler...
Kırkağaç Müftüsü Hacı Rifat Efendi, Ayvalık Cephesi'nde fiilen savaşa katılmış ve düşmana esir düşmüştür.
Cephede düşmanla çarpışırken esir düşen bir diğer isim de Manisa Müderrislerinden Hacı Hilmi Efendi'dir. Bu iki din adamı, Atina'da uzun süre esaret hayatı yaşamışlardır.
Bu arada Millî Mücadele lehindeki çalışmalarından dolayı Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri Efendi de 1921 Nisan'ında Yunan askerlerince şehid edilmiştir.
Adana, Maraş, Antep ve Urfa'da da halka mücadele fikrini aşılayanlar, yine din adamlarıdır. Bunlar Adana'da: Müftü Hüsnü, Maraş'ta: Maraş Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurucularından Vezir Hoca diye tanınan Mehmet Alparslan, Antep'te: Müftü Rifat Efendi, Urfada: Müftü Hasan Hüsnü, gibi din adamlarıdır. Onların önderliğinde emsalsiz bir savunma hareketi olan Maraş müdafası gibi müstesna bir kahramanlık örneği verilmiştir. Maraş halkının, Ermeni çeteleriyle Fransız askerlerine karşı koymasında "Türk ve İslâm hakimiyetinin bulunmadığı bir yerde Cuma namazı kılınmaz," fetvası etkili olmuştur. Özellikle Sütçü İmam'ın ilk kurşunu atması, bu yörede de Millî Mücadele kıvılcımının ateşlenmesi için kâfi gelmiştir (17).
Konya, Antalya, Burdur, Isparta, Afyon, Kütahya, Bursa, İzmit, Eskişehir, Uşak, Kırşehir, Niğde, Aksaray, Nevşehir, Çankırı, Çorum, Yozgat, Kayseri, Malatya, Mersin, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Bitlis, Hakkari, Van, Muş, Bingöl, Elazığ, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Erzincan, Sivas, Gümüşhane, Bayburt, Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Tokat, Kastamonu, Sinop, Bartın, Zonguldak, Bolu, Amasya ve Trakya Müftüleriyle birlikte, İmam-Hatip, Müezzin ve Medresede müderris olan kişiler Millî Mücadele'ye hizmet vermiş önde gelen din adamlarıdır.
İstanbul'da ise; Şeyh Ata(Özbekler Dergahı Şeyhi)'nın büyük yardımları görülmüş; Anadolu'ya silah ve personel sevkinde Şeyh Ata Efendi'nin emsalsiz hizmetleri olmuştur. İsmet İnönü'den Halide Edip'e ve M.Âkif'e kadar pek çok kimse Şeyh Ata'nın Dergahı'ndan Anadolu'ya hareket etmişlerdir (18).
Burada köy, ilçe ve nahiyelerimizdeki din adamlarının isimlerini ve yaptıkları mücadeleleri anlatmayacağım. Eğer onları ayrı ayrı ifade etmiş olsak, eminim herbirinin çalışmasından ayrı bir eser meydana gelir.
Bu bölümü bitirirken bir hususu da belirtelim: Din adamı olmadıkları halde Kurtuluş Savaşı'nda, halkın dini ve millî duygularını galeyana getirerek, bunu zafer için en müessir bir vasıta olarak kullanabilenler de vardır. M. Kemal Paşa bunların başında gelir. O her gittiği yerde ilk önce din adamlarıyla temasa geçmiştir. Zaman zaman dini içerikli konuşmalar yapmıştır.
Ayrıca İstiklâl Marşı şairimiz, daha sonra göreceğimiz gibi, din adamlarından daha fazla dini heyecanı harekete geçiren hizmetler ifa edenlerdendir.
19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan M. Kemal Paşa'yı Anadolu'da ilk karşılayanlar yine din adamlarıdır.
Amasya'da, Erzurum'da, Sivas'ta, Kayseri'de ve Ankara'ya geldikten sonra yine en büyük destek zamanın din adamlarından gelmiştir (19).
Bu konuda, Ankara Müdafai Hukuk Cemiyeti Başkanı Müftü M. Rıfat (Börekçi) Efendi'nin yaptıkları, bir destan kahramanı için hazırlanmış senaryo gibiydi. Bir farkla ki, Müftü Efendi hayalî şeyler yapmıyor, bugün bir çoğumuzun senaryoya benzettiği o destansı vakıayı hayata geçiriyordu.
M. Kemal ve arkadaşlarını Ankara'ya gelişlerinde karşılamak üzere hazırlanan tören, Ankara Müdafai Hukuk Cemiyeti tarafından hazırlanmış, Ankara'ya yerleşmiş olan M. Kemal ve arkadaşlarına maddi ve manevi her türlü destek yine Ankara Müftüsü M. Rıfat Efendi tarafından yapılmıştır.
Bu desteğin 54-56 bin lira gibi (o zaman için) çok yüksek bir meblağ teşkil ettiği ve bunun Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hazinesi olduğu belirtilmektedir (20).
Elimizdeki kitapta bir başka başlık göze çarpıyor.
Demir ve Çelik Alaylar
Millî Mücadele'de din adamları ellerinde silah, beldelerini de korumuşlardır. Isparta'da Hafız İbrahim Efendi DEMİRALAY, Afyonkarahisar'da Hoca Şükrü Efendi ÇELİKALAY adlarında gönüllülerden alaylar teşkil etmişlerdir (21).
Ali Fuat Paşa bu kuvvetlerden söz ederken şöyle diyor:
Eskişehir'de İngilizler vardı. Eğer Isparta ve Afyon'u muhafaza edebilseydik, Eskişehir'deki İngilizleri atmak mümkündü. Isparta ve Afyon'da millî kuvvetleri teşkil edebilme faaliyetimize lüzum kalmadı. Bu iki şehrimizde, iki din adamı, başı sarıklı iki mücahit başa geçmişler ve millî kuvvetleri tecrübeli kumandan siyaset ve basireti ile teşkilatlandırmışlar ve ilk anda yadırganacak bir kararla kumandayı da bizzat ellerine almışlardı. Isparta'da Hafız İbrahim Efendi, Afyonkarahisar'da Hoca İsmail Şükrü Efendi (22).
Hoca Şükrü Efendinin Meclise Gelişi ve Cepheye
Geri Dönüşü
Hoca Şükrü Efendi, daha sonra Birinci Meclis'e milletvekili olarak katılmış ve kendisini karşılayan M. Kemal Paşa:
– Nerede kaldın Hocam? Dört gözle seni bekliyorduk, demiştir. Bunun üzerine Şükrü Hoca Afyon'da yaptığı çalışmaları anlatarak, Paşa'ya oradaki düşmanın durumu ve yapılması gerekenler hakkında bilgi vermiştir.
M. Kemal Paşa tekrar:
– Varolunuz Hocam! Sizin gibi din âlimlerinin bu hususta Millete ön ayak olması memleketin ve dinin muhafazası için elzemdir. Afyon'da nasıl çalıştığınızı, evlerde, camilerde, köylerde halkı düşmana karşı mukavemete nasıl hazırladığınızı işittim. Memleket ve din uğrundaki bu mücadeleniz şayanı takdirdir.
Daha sonraki günlerde Meclis'te Yunan'ın Anadolu içlerine doğru ilerlemesini ve buna bir çare bulunmamasını en çok eleştiren Şükrü Hoca Efendi olmuş ve onun bu ateşli konuşmalarına karşı Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa:
– "Hocam vaziyet tehlikededir... Bir Cephe kurabilmek için bize beş ay zaman lâzım", demesi üzerine Şükrü Hoca; kendisine yeterli miktarda at ve silah verilmesi halinde düşmanı beş ay oyalamak yerine düşmanı durdurabileceğini bildirmiştir.
Bundan sonraki gelişmeleri Şükrü Hoca şöyle anlatıyor:
14 Adet İşe Yaramaz Martinden Oluşan
Silah Deposu:
.......Paşa bu tekliften memnun kalır. Ne kadar silah ve cephane varsa derhal bana teslim edilmesi için Ankara silah deposuna emir verdiler. Depoya gittim. Ne göreyim: 14 adet martinden yapma bekçi silahlarından başka silah yok. Bunları aldım. Kırk'a çıkarılmasını istedim; Ankara Kolordu Kumandanı ve Vali Vekili Nuri Bey'in bunu bulacağını ümid ediyordum. Maalesef buna da imkân olmadığını söyledi... Resmi makamlardan ümid kesilince Allah'a dayanarak bir çare düşündüm.
Halk Etmelisin Halk!..
Hemen bir gün içerisinde bir asker elbisesi diktirdim. Başımdaki sarığı muhafaza ederek bu asker elbisesini giydim. Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazından sonra kürsüye çıktım:
– Ey Cemaati Müslimin! Kapıları kapayınız. Hiçbiriniz camiden dışarı çıkmasın. Sizinle görüşecek mühim meseleler var!, dedim... Coştum, söyledim. Evde duvarlarda asılı duran harp silahlarının boşuna asılı kalırsa ev sahibine lanet edeceğini anlattım. Memleket ve din tehlikede kalırsa yedisinden yetmişine kadar bütün müslümanların cihadla mükellef olduğunu anlattım. M. Kemal Paşa'nın teminatını söyledim. Cemaat ağladı; ben ağladım.
Nihayet arkamdaki ilmiye cübbesini çıkararak; asker elbisesiyle başımda sarık olarak kürsüde ayağa kalktım:
Ey Cemaati Müslimin!
İşte ben asker kıyafetine girdim, cepheye gidiyorum. Memleket ve din kurtuluncaya kadar cephelerde düşmanla çarpışacağım. Memleketini dinini seven benimle gelsin
Herkes (camiden çıkıp) sağa sola koştu. O gün akşama kadar 700 silah, 600 mücahid, 120 at toplanmıştı. Ben toplananlarla Ankara'dan ayrıldım.
Afyon'a gelir gelmez düşman bir taarruz daha yapmış, Uşak'a girmişti; Acele cepheye koştum. Uşak Cephesi'ne İzzettin Bey kumanda ediyordu... Ben hemen o tarafta bir müdafaa hattı tesis ettim (23).
Evet, din adamlarımızın İstiklâl Harbi'ndeki çabalarını belgeleyen bir kaç sahifecikti okuduğumuz.
Bu azim ve kararın kaynağı milletti. Bunun içindir ki eli silah tutanlar cepheye koşmuş, malı mülkü olanlar herşeyini istiklâl uğruna ortaya koymuşlardı.
Düşmandan kaçmak en büyük yüz karasıydı.
Halk, Cephe gerisinin asker kaçaklarının yuvası haline gelmesine aslâ müsade etmedi. Tek-tük de olsa buna tevessül edip bir yerlere sığınanları anında Devletin meşru güçlerine teslim etti.
Kısaca, Milletle Devletin elele vermesidir Millî Mücadele...
Millet, azim ve sebatından bir şey kaybetmedi ama; yıllardır savaşlar yüzünden bacalar tütmez olmuştu. Her yeni gün bir başka çileye ev sahipliği yapıyordu. Millet, artık dertler bitsin, gözyaşı dinsin istiyordu. Sefalet, yokluk diz boyunu aşmıştı. Nice nice Millet evladı, Cepheye gidiyor bir daha geri dönmüyordu.
I. Dünya Savaşı'ndan Sonra...
Dört yıl gibi kısa bir zamanda Koca Osmanlı, bütün gücünü ve topraklarının büyük bir kısmını yitirmişti. İmparatorlukla beraber tabii ki İslâm dünyası da büyük yara almış, Anadolu insanı perişan bir vaziyette kalmıştı.
Böyle bir ortamda kurtuluş için değişik fikirler ve çareler üretiliyor, kamuoyu değişik çözüm şekilleriyle karşılaşıyordu; kurtuluşu İngiliz himayesine yahut ABD mandasına girmekte görenler vardı.
Bununla birlikte inançta ve fikirde halktan farklı olmayan, düşünce ve inançta halkı temsil eden, millî değerlerin temsilcisi insanlar da vardı.
Bölgesel Direnişlerden TBMM'ne Doğru
İşgal edilen yerlerde millet kendi kendini kurtarmak ve düşmanı kovmak gayretini göstermeye başladı. Cesur Türk evlatları, yurdunun düşman tarafından işgal edilmesine rıza göstermiyor; ölüm pahasına da olsa düşmana karşı koyuyordu.
Bunlar kurtuluşumuzun ve Kurtuluş Savaşımızın ilk ışıkları olmuştur. İzmir'de Hasan Tahsin, Antep'te Şahin Bey ve Maraş'ta Sütçü İmam, gönüllerde tutuşturulan istiklâl ateşinin ilk kıvılcımlarıydılar. Ege'nin meşhur Zeybekleri ve Efeleri de düşmana karşı heybetli dağlar gibi durmuşlardı.
Hakları korumak ve düşmana karşı koymak için memleketimizin hemen her köşesinde Müdafa-i Hukuk cemiyetleri kurulmuştur. Bu durumda İstanbul'da bulunan vatanperverler de Anadolu'ya geçerek kurtuluş hareketlerine katılmak istiyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişi olarak, Anadolu'ya olağanüstü yetkilerle gönderilişi, Anadolu'daki Mücadelenin seyrini etkileyen bir başka önemli olay oldu. Bu amaçla 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. Daha sonra Erzurum ve Sivas Kongrelerini topladı. Bu kongrelerde görüşmeler yapıldı. Aynı amaçla kurulan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla birleştirildi. Milletin topyekün kurtuluşa katılması istendi ve bunun için çalışmalar yapıldı (24).
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ–mahrem eli;
Bu ezanlar–ki şehâdetleri dînin temeli–
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder–varsa–taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh–i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Mehmed Akif Ersoy
İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı günleri anlatan ve ilk iki kıt'asını açıklayan bir deneme hazırlamıştım.
Bunları çoğaltmak üzere gittiğim fotokopici genç:
– Ağabey, ben Lise'de okuyorum. Bunlardan bir nüsha da bana verebilir misiniz? dedi.
– Siz bunları derslerinizde zaten etraflıca öğreniyorsunuz, dediğimde; garip bir tavırla içini çekti ve:
– Ne gezer ağabey!... dedi, sustu.
İşte kardeşimizin bu tavrı, beni konuyla ilgili olarak daha fazla araştırma yapmaya sevketti. Elimdeki çalışmayı kaynaklara inerek, İstiklâl Marşı konusunda, başvurulabilecek bir kitapçık haline getirmeyi tasarladım. Konuyu:
İstiklâl Marşı-DERS: I ve İstiklâl Marşı-DERS: II, şeklinde iki bölüme ayırıp;
I. Bölümde, Anadolu'nun yurt edinilmesinden Millî Mücadele'ye kadar geçen dönem (özet);
II. Bölümde de esas konumuz olan İstiklâl Marşı'nın yazıldığı günleri, Mecliste kabul edilişini ve İstiklâl Marşı'nın tamamının açıklamasını yapmaya çalıştım.
Din görevlisi arkadaşlarımız bu kitapçığı okuyarak kendi meslektaşlarının Milli Mücadele'deki göz yaşartan çilesini ve çabasını kısmen de olsa öğrenebilecek;
Yurt dışında yaşayan işci kardeşlerimiz ve çocukları, Anadolu'nun vatan yapılma öyküsünü heyecanla okuyarak; esir edilmek istenen Türk Milleti'nin şanlı direnişini zihinlerine nakşedeceklerdir.
Bu çalışmada, bilinmeyen yahut olmayan yeni şeyler ortaya konmadı. Sadece var olan dağınık durumdaki güzellikler, kır çiçekleri misâli derlenip bir araya getirilmeye gayret edildi o kadar...
Kitapçıktaki bilgilerin her vatandaşımıza, bilhassa öğretmen arkadaşlarım ve öğrenci kardeşlerimize faydalı olacağına inanıyorum.
Eylül/ 1997
Yılmaz TARTAN
Diyanet İşleri Başkanlığı
Musahhih
İki binli yıllara varırken lise son sınıfa gelmenin sevinci ve coşkusu var her birimizde.
Günler, sonbaharın kollarında, Ankara'ya has beşinci mevsime doğru kanat çırpıyor.
Bugün günlerden pazartesi. Öğleye kadar dört saat Edebiyat dersi işleyeceğiz. Konu; İstiklâl Marşı'mız...
Edebiyat öğretmenimiz Hüsnü Bey, İstiklâl Marşı'mız için iki hafta ayırdığını (bir hafta dört saat), az olmasına rağmen bu kadarcık bir zaman zarfında İstiklâl Marşı'mızı işlemek zorunda olduğumuzu daha önce anlatmıştı.
Hüsnü Bey, İstiklâl Marşı'nı anlatmadan önce, Anadolu'nun vatan yapılma öyküsünü ve Millî Mücadele'ye kadar geçen dönemi özetleyecek; bizler de yetiştirebildiğimiz kadarıyla not alacağız.
Birazdan Edebiyat öğretmenimiz, bir kucak dolusu kitapla sınıfa giriyor. Hepimiz şaşkın bir halde ona bakıyor, ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyoruz.
Kitapları masaya koyduktan sonra, hassas ve önemli bir meseleyi anlattığını ima edercesine yavaş, ama heyecanlı bir şekilde başlıyor konuşmaya:
Arkadaşlar!
İstiklâl Marşı gibi çok önemli bir konuyu işliyoruz. Bu konuyu, her Türk evladı tüm tafsilâtıyla bilmek ve anlamak zorundadır.
Tarih derslerinde, Millî Mücadele'nin doğuşunu ve geçirdiği safhaları; o dönemin çile günlerini, derinliğine öğrendiğinize eminim.
Bununla birlikte dersimizin konusu gereği, tarihimize tekrar göz atmak zorundayız.
Hüsnü Bey, (daha önce konularına göre fişleyip sıraya dizdiği) kitaplardan en üsttekini alarak şöyle devam ediyor:
İstiklâl Marşı'nı Anlayabilmek İçin
M. Akif'in destansı çalışmalarını araştıran bir yazarımız, İstiklâl Marşı konusunda şöyle yazmış; Birlikte okuyalım:
İstiklâl Marşı'nın manasını anlayabilmek için şunları çok iyi bilmek lâzımdır.
a- Türk Tarihini, Yüce İslâm Dini'ni ve Türk'ün karakterini...
b- İstiklâl Marşı şiirinin şairi M.Âkif'imizi iyi tanımak şarttır.
c- Türk Dilini çok iyi bilmesi lâzımdır. Çok güzel ve zengin dilimizin çeşitli manalara gelen söz ve söyleyiş incelikleri vardır. Türkçe'nin kendine has bir üslubu ve cümle mimarisi vardır. Bunların bilinmesi gerekir.
d- İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı o karanlık günlerdeki aziz vatanımızın ve milletimizin durumunu iyi bilmek lâzımdır (1).
Bu fikirlere aynen katılmamak mümkün değildir.
Arkadaşlar!
Özet olarak şunu belirtelim; Türk tarihi bilinmeden İstiklâl Marşı'mızı anlamamız da yorumlamamız da mümkün değildir.
Türk tarihinin nadir çileli günlerinden bir dönemi bizzat cephede bulunarak yazan Muharrir, tarih konusunu bakınız nasıl anlatmış (bir başka kitabı eline alıp, daha önce işaretlediği sayfayı okuyor):
Tarih; o kadar mühim, o kadar dikkate değer bir ilimdir ki, tarih bilinmez ise devlet gemisinin dümeni istenilen istikamete çevrilemez. Tarih, bir milletin bakıp bakıpta varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzelteceği, bir ayna gibidir (2).
İşte, bu yüzden 2.500 yıllık Türk tarihinin hiç olmazsa son bin yılı çok iyi bilinmelidir. Her millet evladı en az kendi kökünü kökenini tanıyacak kadar tarihini bilmeli, tarih şuuruna ermelidir.
Arkadaşlar!
Dikkat ederseniz bu cümlede iki ayrı hüküm göze çarpıyor.
Nedir onlar?
1- Tarih bilmek,
2- Tarih şuuruna ermek.
Tarih bilmek ayrı bir şey; tarih şuuruna ermek ayrı bir şeydir.
Tarih Şuuru
1071 yılında, Ağustos ayının filan gününün şu saatinde Alparslan'ın ordusu, düşmanı yerle bir etti demek tarih şuuruna ermek değildir.
Tarih şuuru; Malazgirt deyince onu ruhen ve bedenen yaşamandır.
Romen Diogenes karşısında, dedenin, amcanın, soyunun-sopunun savaştığını düşünerek, bu amansız kavgayı gözünün önüne getirip deli sular gibi coşmandır.
Çanakkale Harbi'nde;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
..................................
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdîlere, hep sağnak sağnak.
..................................
Bu muazzam destanda tasvir edildiği gibi, düşman gülleleri tepelerine düştükçe gökyüzüne fırlayan baş, gövde, kol ve bacakların dedene, babana, amcana hatta ve hatta ders gördüğün öğretmenine yahut bir başka sevdiğine ait olduğunu düşünüp irkilmendir!
Eğer bunu yapmıyorsan Çanakkale Destanı'nı anlayamazsın.
Millî Mücadele'yi anınca, tasvir edilen yokluklar, halkın yaşadığı acı ve ızdıraplar kalbini sızlatmıyorsa, İstiklâl Marşı'yla benliğin titremiyor, zafer sevinciyle gözlerin yaşarmıyorsa; Bunun sebebi tarih şuuruna erememiş olmandan kaynaklanır.
Tarih şuuruna eremeyen bir kişinin okudukları ise, kuru, hissiz ve anlamsız herhangi bir metin parçasından farksızdır.
Tarihi Görevimiz Neydi?
Arkadaşlar!
Tarihimiz göstermektedir ki; millet olarak yeryüzünde fesat çıkarmamışız, mazlumları korkutmamışız, güçsüz olanın üstüne gitmemişiz, aman dileyene el kaldırmamışız.
Yüzyıllar boyu dünya üzerinde her istediği şeyi yapabilme konumunda olan bir milletin, fenalıklardan sadece ve sadece misyonu gereği çekinmiş olması o millet için şeref olarak yeter de artar bile.
Arkadaşlar!
Dersimizin içerisinde karşılıklı soru cevap şeklinde işleyeceğimiz yerler de var. Yeri geldiğinde ben sizlerin de fikirlerini alacağım.
İşte ilk sorum:
– Atalarımızın tarihî misyonlarından bahsettik. Bu cümleden ne anlıyorsunuz? Kim cevap vermek ister?
Hüsnü Bey, havaya kalkacak bir parmak arayadursun, arkadaşım Olgun atıldı:
– Tarihteki görevimiz dünyaya hakim olmaktı.
Hüsnü Bey:
– İyi ama dünyaya hakim olmayı, bir görev yahut amaç olarak vurgularsan, milletimizi yeterince tanımadığını söylemek zorunda kalacağım.
Ön sıradan Zeynep parmak kaldırıyor:
– Çok yerler işgal edip, çok zengin olmak; hedefimiz buydu...
Hüsnü Bey, bu cevap karşısında irkilir gibi oldu. Belki de hiç ummadığı yahut beklemediği bir cevaptı.
Öğrenciler üzerinde tekrar göz gezdirerek şöyle dedi:
– Arkadaşınızın söylediklerine katılan var mı? Neden ve niçinlerini de cevaplandırarak konuşmak isteyen buyursun.
Dört-beş arkadaşımız Zeynep'i destekler manada şeyler söyledi. Ama sanıyorum söylediklerinden kendileri de birşey anlamamışlardı.
Ayrıca Zeynep'i tenkit eder şekilde konuşanlar oldu; lakin onlar da olayları yorumlamada yetersiz kalıyor, cevap verebilmekte zorlanıyorlardı.
Hüsnü Öğretmen, kendi sorusunu kendisi cevaplarcasına tekrar konuşmaya başladı:
Atalarımızın tarihteki görevleri, sadece ve sadece ülkeler fethedip, gelir kazanmak olsaydı; sanıyorum altıyüz yıl dünyanın en büyük devleti olarak yaşayamazdık. Çünkü adaletle hükmetmeyen nice nice imparatorluklar, çok kısa bir zamanda, tarihin tozlu sayfalarına intikal etmişlerdir.
Atalarımızın gittikleri yerlerde ne yaptıklarına tarih şahitlik ediyor. Onların mirası gözümüzün önünde.
Buna rağmen atalarımızın tarih üzerindeki konumlarını tartışmak, onları sahiplenmemek bence abestir. Bizim bu halimiz şuna benzer; önünüzde akıp duran bir ırmak var; Sizler ırmağa bakıp; bu ırmak akıyor mu, akmıyor mu diye tartışıyorsunuz.
Bir misâl: Macaristan İlimler Akademisi'nin tespitine göre, Macaristan'dan bir yılda 7 milyon akçe vergi toplamışız. Bunun karşılığında 21 milyon akçe yardım etmişiz.
Bir başka misâl:
1683 II. Viyana seferinde kuşatmanın uzaması üzerine, ileri görüşlü komutanlar yaptıkları durum değerlendirmesinde; hemen zorlu bir saldırıya geçilmesini aksi halde durumun aleyhimize döneceğini ilgili yerlere bildiriyorlar.
Ordu komutanı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu durumu bildiği halde saldırı sonucunda insanlar ölür; şehir harap olur diye saldırıya müsade etmemiştir.
Sonuç bizim aleyhimize olmuştur ama yapılan o hareketle tarihe ışık tutan bir davranış sergilenmiştir (3).
Evet yukarıdaki örnekleri yüzlerle binlerle anlatmak mümkündür.
Kar'ın beyaz, Güneş'in sıcak ve yakıcı olduğunu anlatmak için uğraşmaya gerek yoktur. Böyle bir girişim boş bir meşgale olacaktır.
Arkadaşlar!
Atalarımızın tarihteki görevleri adalet ve dürüstlüğün bayraktarlığını yapıp, yeryüzünde doğru bildiklerini yaşanır kılmaktan ibaretti.
Bunu yaparken de hile ve hurdaya asla sapmamışlar; İslâm'ı tertemiz yaşamaya ve yaymaya çalışmışlardır. Onun için de fethedilen yerlerin halkı bir süre sonra tamamıyle müslüman olmuştur.
Öyle ya; iyi, güzel ve doğru olan nerede ise insanlık daima onun arkasında olmuştur.
Niçin Anadolu?
Anadolu, bulunduğu yer ve konum olarak dünya çapındaki önemini hiç bir dönemde kaybetmemiştir. Mısır ve Mezopotamya ile birlikte en eski medeniyetler, Anadolu'da kurulmuştur.
Anadolu, Asya ile Avrupa; Trakya; Yakın doğu ile Balkanlar, Akdeniz ile Karadeniz arasında bir geçittir. Marmara bölgesine doğru gidildikçe jeopolitik önem artar.
Anadolu'nun bir önemi de Boğazlardan gelmektedir. Boğazlar, cihan hakimiyetine erişmek için ve dünya imparatorluğunu elinde tutmak arzusunda bulunan devlet için kilit noktasıdır.
Anadolu, tarih boyunca pek çok el değiştirmiş, vatan olmak için sanki gerçek sahibini bekleyip durmuştur.
Nihayet Anadolu, ebedi vatanı olacağı Türklerin eline geçmiş ve artık el değiştirme işi ebediyen tarihe karışmıştır.
Anadolu'nun teslim alınışı elbette kolay olmamıştır.
Türkler, tarihte eşine rastlanmaz imtihanlardan geçerek, destansı bir fedakârlığın sonunda Anadolu'yu kendilerine yâr edebilmişlerdir.
Türklerin anayurtları olan Türkistan ve Kafkasya taraflarından Anadolu içlerine 750 yılından itibaren gelmeye başladıkları anlaşılmaktadır (4).
Bu konuda bir araştırmacının görüşlerini birlikte okuyalım:
İslâm dünyasının iç ve dış tehlikelerle karşı karşıya kaldığı bir devrede, İslâmiyeti kabul etmiş olan Türkler onbirinci asırda Selçuklu İmparatorluğu'nu kurmak suretiyle İslâm dünyasına yeni bir hava ve tazelik getirmişlerdir.
Selçuklu İmparatorluğu, hem sınırlarını genişletmek, hem de dinlerini yaymak düşüncesiyle Bizans'a karşı, arka arkaya akınlar yapmışlardır. Bu akınların Sultan Tuğrul Bey, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah zamanında daha sistemli bir hal aldığı muhakkaktır (5).
Arkadaşlar!
Şu gerçeği hep aklımızda tutalım. Tarihte, tarihin akışını değiştiren, dünya üzerindeki güç dengelerini alt-üst eden büyük olaylar az yaşanmıştır.
İşte tarihin kükreyen çağlayanına dur deyip tabiri caizse yön değiştirten nadir olaylardan biri de Malazgirt Zaferidir.
Türk Tarihi'nde Malazgirt'e benzer savaşları hep görürüz. Lakin sonunda Anadolu gibi bir yurt bırakan savaş, sadece ve sadece Malazgirt zaferidir. Bu yüzden Malazgirt iyi tahlil edilmeli ve öğrenilmelidir.
Üzerinde nefes alıp verdiğimiz yerlere nasıl sahip olduğumuzu bilemezsek, onu nasıl koruyacağımızı da bilemeyiz.
Malazgirt Savaşı Öncesi ve Sonrası Durum
Dönüm Noktası: 1
Asırlarca süren İslâm Bizans mücadelesi, Anadolu'nun harap olmasına, nüfusunun azalmasına, medeni ve iktisadi geriliğe sebep oldu. Bizansın eyaletlerinde karışıklıklar görülüyor; Saray ise, menfaata endeksli çeşitli grupların müdahalesiyle çalkalanıyordu.
Romen Diogenes, Kral olduktan sonra Türk akınlarını durdurmak; Türkleri tümüyle Anadolu'dan silip atmak için büyük bir ordu ile 13 Mart 1071'de İstanbul'dan yola çıktı.
Alparslan, daha önce Bizanslıların elinde olan Malazgirt Kalesi'ni 1070 yılında fethetmiş; oradan Güney'e doğru yoluna devam etmişti.
Nice nice kaleler fethederek ilerleyen Alparslan, Halep'e vardı. Suriye üzerinden Mısır'a devam etmek üzere oradan ayrıldı.
Alparslan Gazi, Şam'a doğru ilerlerken Bizans ordusunun Doğu Anadolu istikametinde geldiği haberi alındı.
Bu haber üzerine hemen geri dönen Sultan Alparslan, Halep'te harp hazırlığını tamamladı.
Malazgirt'in düştüğü haberini alınca yürüyüşünü hızlandırdı. Bu yürüyüş sırasında pekçok deve ve at ölmüş; Fırat nehrini geçerken de bir kısım ağırlıklar yok olmuştu.
Bunun yanında orduda yiyecek sıkıntısı başgöstermişti. Bu ve buna benzer sebeplerden Alparslan yaşlı askerleri terhis etti. Az sayıda fakat genç ve dinç bir ordu ile Ahlat'a geldi.
Selçuklu ordusu az ama çok düzenli, başlarında büyük zaferler kazanmış; genç, cesur ve kudretli Sultan ile tecrübeli kumandanlara sahip idi. Hepsi müşterek gaza fikri ve Anadolu'yu ele geçirmek gayesi etrafında birleşmişlerdi.
İmparator Romen Diogenes, savaş öncesinde diplomasiye yakışmayan ifadeler kullanmaktan çekinmemiştir. Elçilere:
– Isfahan mı daha güzeldir, Hemedan mı? Bana ondan haber verin, diye sorar. Elçi:
– Isfahan, cevabını verir.
İmparator:
– Hemedan'ın soğuk olduğunu öğrendik. Biz Isfahan'da, hayvanlarımız Hemedan'da kışlasın diyerek gururunu açığa vurur.
Türk Elçisi Sav-Tekin dayanamayarak:
– Hayvanlarınız Hemedan'da kışlayabilir ama, sizin nerede kışlayacağınızı bilemem, tarzında çok ciddi ve manalı bir karşılık verir (6).
Alparslan, savaş için gerekli hazırlığını yaptı. Savaştan iki gün önce (Çarşamba günü) düşman ordusuna sulh teklifinde bulundu. Red cevabı alınca askerlerini savaş durumuna soktu. Perşembe günü, Cuma sabahına kadar tekbir sesleri, davul, boru, haykırma vs. gibi gürültülerle ve ok yağmuru ile Bizans askerleri uykusuzluk, korku ve şaşkınlık içerisinde bırakıldı.
26 Ağustos 1071 Cuma günü bir defa daha barış teklifi yapıldı. Çünkü, Türklerde savaş öncesi son bir defa daha barış teklifi sunmak gelenekti. Yine red cevabı alındı. Artık savaş kesindi.
Cuma Namazı kılındıktan sonra Alparslan beyazlar giyindi. Atından inerek secdeye kapandı. Zafer için Cenab-ı Allah'a yalvardı:
Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Rabbim; niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.
Sonra da askerlerine dönerek:
– Burada Allah'tan başka bir Sultan yoktur; benimle birlikte savaşmakta veya benden ayrılmakta serbestsiniz dedi.
Bu heyecanlı ve kararlı sözler karşısında askerler hep bir ağızdan:
Asla emrinden ayrılmayacağız, mukabelesinde bulundular. Muharebenin neticesinde ölümün mutlak olduğunu düşünerek şehid olmanın heyecanıyla ağlaşıp vedalaştılar.
Sultan, eski Türk usulüne göre atının kuyruğunu bağlayarak son hitabını yaptı:
Eğer şehid olursam, bu beyaz elbisem kefenim olsun (7).
Bundan sonra cesaret ve azimle daha önce kararlaştırdığı savaş taktiğini aynen uyguladı.
Alparslan'ın ordusunun mevcudu sadece 40-50 bin; buna karşılık Romen Diogenes'in ordusu 200 bin askere sahipti. Hatta bu rakamı 600 bin diye kaydedenler bile var (8).
Malazgirt Muharebesinde Alparslan'ın taktiğiyle düşman evvela öncü birliklerle kışkırtılmış; sonra sahte bir kaçışla düşman üzerlerine çekilmiş; çok önceden yanlardan ve arkadan çevirme harekâtı yapıldığı için bir hilal içine alınan düşman kısa zamanda imha edilmiştir.
Diogenes'in destek kuvvet komutanı, ordunun dağılmakta olduğunu öğrenince, destek vermek şöyle dursun, önce kendisi kaçmaya başlamıştır.
Malazgirt Zaferi, Türk-İslâm, Bizans ve hatta dünya tarihinde doğurduğu önemli netice itibariyle çok büyük dönüm noktalarından birini teşkil eder. Bu zaferden sonra İslâm dünyasında büyük sevinç yaşanmış, şenlikler yapılmıştır.
Türkler, Malazgirt meydan muharebesini kazanmakla hem hakimiyetlerini genişletmişler, hem de Anadolu'nun kapısını kendilerine ardına kadar açmışlardır.
Zafer sonunda esir edilen R. Diogenes'e, Alparslan'ın insanî davranışları uzun uzun tetkike değer. Fakat esas konumuzdan uzaklaşıp zihninizi dağıtmak istemiyorum.
Arkadaşlar!
Bunları bilmek ve dünya kamuoyuna anlatmak zorundayız. Alparslan'ın hürriyetini bağışladığı, yanına Türk muhafızlar katarak cebine 10 bin dinar altın harçlık verip salıverdiği İmparator'un, ülkesine sağ- salim teslim edilişi, tarihimiz için birer şeref levhası değil midir?
Tarihimizde benzeri tablolara başka zaman dilimleri içerisinde de rastlıyoruz. Meselâ yakın tarihimizden (Millî Mücadele'de) Trikopus'un oniki bin Yunan askeriyle teslim oluşu ve M.Kemal Paşa'nın kendilerine çok dostane davranışları, tarihimiz için övgü dolu vesikalardır (9).
Malazgirt Zaferi ile bir barış anlaşması yapılmıştı ama, Romen Diogenes'i tahtından atıp gözlerine mil çeken ve kızgın şişlerle kör ettiren yeni İmparator Mihael, anlaşmayı bozmuş oluyordu.
Bunun üzerine Sultan Alparslan askerlerine şöyle diyordu:
Arslan ve kartal yavruları gibi olunuz; yeryüzünde gece gündüz uçunuz; artık Romalılar ve Hristiyanlara aman vermeyiniz (10).
O tarihten sonra bütün Anadolu Oğuz Boyları ile doldu. Türkler, ebedi vatanlarına coşkun seller gibi dalga dalga akıyorlardı.
Romen Diogenes'in yerine gelen Mihael, Türklerle savaşmaya cesaret edememiş, ancak halkına yardım amaçlı olarak (Kayseri, Sivas ve Amasya taraflarına) atlar ve arabalar gönderip, onları Balkanlara getirtmiştir.
Bu siyaset Türklerin daha da çok işine yaramış, Rumlardan boşalan yerleri doldurmuşlardır.
1072'de Sultan Alparslan'ın vefatıyla yerine geçen Melikşah zamanında Anadolu'nun fethine devam edildi.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah Başkomutanlığı'nda akıncı birlikleri Anadolu içlerine girdi. Anadolu'nun fethini bir kaç yıl gibi kısa bir zamanda tamamladı.
Süleyman Şah, böylece kısa zamanda kuvvetli bir devlet kurmuş ve Boğazlardan Suriye'ye kadar (o günkü ölçülerle) uzunluğu bir ay, genişliği on gün süren bir ülkeyi hakimiyeti altına almış idi (11).
Kılıçarslan ve Danişmend Gazi zamanında da Haçlılar, Anadolu içlerinde yıpratılmaya devam edilmiş ama Haçlılar yine de Suriye içlerine kadar ilerleyebilmişlerdir.
Daha sonra arkadan gelen yüzbinlerce kişiyi bulan diğer Haçlı ordularına ise Amasya ve Ereğli muharebelerinde önemli zayiatlar verdirilerek Anadolu'yu onlara mezar yapmışlardı.
Böylece Kılıçarslan bu büyük buhranı geçirdikten sonra, Selçuklular tekrar toparlandılar.
Selçuklu hanedanları arasında devam eden hakimiyet kavgalarında 1107'de Kılıçarslan şehid oldu.
Kılıçarslan'ın şehadetinden sonra Selçuklu Türkleri yine zor durumda kaldılar.
Dönüm Noktası: 2
1176 yılında "Karamukbeli Muharebesi" yahut Miryakefalon Boğazı'nda Bizaslılarla çok önemli bir savaş daha yapıldı. Bu savaşın önemi, Malazgirt gibi, Anadolu'nun kimlere vatan olacağının kavgası olmasından kaynaklanıyor. Eğer Türkler bu savaşta yenilir ve imha edilirlerse, Anadolu'nun yurt olması belki de hayal olurdu.
Bu savaşta Haçlılar, I. Kılıçarslan'ın torunu II. Kılıçarslan komutasında tamamen imha edildiler. Bu, Malazgirt'ten sonra ikinci büyük zaferdi. Artık Anadolu Türklere ebediyen yurt olmuştu.
Görüldüğü gibi Anadolu'nun yurt olması hiçte kolay olmadı. Yaklaşık 300 yıla varan bir kavganın ve onbinlerce, yüzbinlerce yüreği avucunda, kefeni sırtında millet evladının, yakıp yıkan Bizans volkanına karşı vücuduyla dağlar yapıp göğsüyle surlar örmesiyle, Anadolu vatan yapılabilmiştir.
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ
Diyen Akif'in manidar mısraında, yıkılışın hazin manzarasına olduğu kadar, kuruluşun çetin ve zor günlerine de bir işaret olsa gerek.
Bu arada Anadolu'da, geçtiği yerleri yakıp yıkan bir Moğol felaketinin yaşanmış olduğunu da hatırlatalım.
Daha sonra Selçuklu Devleti'nin yıkılışıyla, Anadolu Beyliklere ayrıldı. İşte o günlerde tarih sahnesine Uç Beyliği olarak çıkan Osmanlı Beyliği'ni görüyoruz.
Bir Beylikten İmparatorluğa
Dönüm Noktası: 3
Bu Beyliğin (Osmanlı Beyliği) tarihin en büyük devletlerinden birini kurabilmiş olmasını askeri, siyasi ve ekonomik yönlerden ele alıp, sosyal bilimlerin varabildiği en son verilerle incelemeli ve bundan dersler çıkarmalıyız.
Evet arkadaşlar! Madem ki bizim tarihimizden söz ediyoruz; o halde sizleri de dinleyelim. Şimdi ikinci sorumu soruyorum:
– Anadolu'da var olan bunca Beylik arasından ve daha güçlüleri varken, niçin Osmanlı Beyliği bir İmparatorluk haline gelebildi?
Okan hiç tereddüt etmeden atılıyor:
– İyi savaş yaptıkları için!
Mustafa:
– Bu Beyliğin kuruluş yıllarında yerleşik bir hayatları yoktu. Kısaca vur-kaç taktiği başarıyla uygulandığı için İmparatorluğu kurdular diye düşünüyorum.
Hüsnü Öğretmen bir kaç öğrenciyi daha dinliyor ama, verilen cevapları yeterli görmediği açık. Sonunda kendisi tekrar konuya giriyor:
Bu söylediklerinizin herbirinde doğruluk payı elbette var. Ama Osmanlı Beyliği'nin başarısı bence, kardeş kavgasına girmemesinde, diğer kardeş Beyliklerle savaşmak yerine devamlı Bizans'ın üzerine yürümesinde aranmalıdır.
Bu taktik, bugünlerimize de ışık tutan nadide bir parıltı değil midir?
Osmanlı Beyliği'nin 1299'da kurulması, devlet merkezinde hep samimi, salih, âlim, fazıl kişilerin bulunması, Osmanlı'nın kısa zamanda serpilip gelişmesinde en önemli unsurdur.
Bursa, Edirne ve İstanbul'un fetihleri ayrıca başkent yapılmaları herhalde tesadüfi bir uygulama olmasa gerek. Bunlar, tarih yolunda tabiri caizse başarının kilometre taşlarıdır.
Dünyanın en büyük devletini bir büyüteç altına almaya kalktığınızda, kültür ve medeniyetini tüm şubeleriyle görmek zorundasınız. Aksi halde yanlış karar verir, doğru değerlendirme yapamazsınız.
Bin kilometre karelik bir Osmanlı Beyliği'nden, yirmibeş milyon kilometrekarelik muazzam bir İmparatorluğa uzanış; sosyal, siyasi, ekonomik, askeri, her yönüyle muazzam bir devlet yönetimi.
600 yıl varlığını sürdüren Osmanlı'nın yaklaşık 300 yılı, dünyanın yegane hakim gücü olarak tarih sahnesinde görülüyor. Geri kalan zaman dilimlerinde de gücünden hep korkulmuş, çekinilmiş; bir başka ifadeyle saygınlığını kabul ettirmiştir.
Osmanlı'nın mirası olan medeniyeti, kültür, san'at ve estetik çalışmaları, Osmanlı'nın ince zekâsının, gönül zenginliğinin ve ruh dünyasının erişilmezliğini belgeler niteliktedir. Taşa kazınan mana; divitle yazılan san'at içinde san'at yüklü yazılar; ateşte pişirilen göz alıcı şahane çiniler; yüzlerce-binlerce cilt el yazması eserler hepsi, herbiri Osmanlı'nın büyüklüğüne şehadet eder gibidir.
İnişe Doğru...
Dönüm Noktası: 4
1683 II. Viyana bozgunundan sonra, Osmanlı'yı yavaş yavaş eski aktivitesini yitirmiş gibi görüyoruz. Bu tarihten sonra sanki zirveden belirgin bir düşüş vardır.
1699 Karlofça Antlaşması, tarihe Osmanlı'nın ilk geri çekiliş belgesi olarak yansıdı.
Osmanlı Devleti'nin Sultan III. Selim ile başlayan Batılılaşma düşüncesi, II. Mahmut ile hayata geçiyor ve 1839 Tanzimat Fermanı'yla resmiyet kazanıyordu.
Güven ve Şaşkınlık
Lâle Devri'nden beri, devlet yöneticileri ancak batılılaşarak ve Batı'da geçerli kurallar alınarak güçlenip gelişebilecekleri fikrinde idiler.
Devlet, bu güven duygusundan çok defa hayal kırıklığına uğramıştı.
1798'de Fransa'nın Mısır'ı işgali, zamanın hükümdarı III. Selim'i hayretler içinde bırakmıştı. Fransa'nın dostluğundan son derece emin olan III. Selim Mısır'ın işgal edilişine bir türlü inanamıyordu.
İnanamazdı; çünkü Fransızlar bizimle dost idiler. Hiç mümkün mü bir dost, diğerinin mülküne saldırsın. Lâkin III. Selim'in iyi niyetine rağmen unuttuğu bir şey vardı; herkes tabiatında olanı günü gelir icra eder.
Sizlere, ders almanız için konuyla ilgili bir fıkra anlatayım;
Bir Fıkra
Bir nehirden karşı kıyıya geçmek için akrep, kurbağadan yardım ister. Kurbağanın sırtına binen akrep karşıya geçerken, kurbağaya zehirli iğnesini batırıp zehirler. Kurbağa şaşkındır:
– Ben sana iyilik yapmak için uğraşıyorum; görüyorsun seni karşıya geçiriyorum. Sen ise beni zehirlemekle meşgulsün...
Kurbağanın sırtındaki akrep sırıtarak cevap verir:
– Ehh! Ne yapalım; benim görevim de önüme geleni, fırsatını bulduğum anda zehirlemek; Bunda şaşılacak ne var ki?
Evet bu küçücük fıkrada, alabilirsek büyük dersler var. Alabilirsek diyorum, çünkü ne denilmiştir? Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az...
Aydın ve Yöneticilerdeki Fikir Ayrılığı
19.Yüzyıl içerisinde devletin üst kesimleri kalkınma ve gelişme konusunda fikir birliği içinde olamadılar. Mustafa Reşit, Mithat Paşalar İngiliz taraftarı; Ali ve Fuat Paşalar Fransız; Mahmut Nedim Paşa Rusya; Enver ve Talat Paşalar ise Almanya ile yakınlıklarıyla meşhur olmuşlardı.
Bu yakınlıkların hiç bir faydası görülmedi. Osmanlı yine bu devletler tarafından zayıf düşürülmüş, toprakları işgal edilmiş ve insanları katledilip soykırıma uğramıştı (12).
II. Abdulhamid'in ileri görüşlü devlet yönetimi ile Osmanlı'nın ömrü 33 yıl daha uzatılabilmiş. En azından toprak bütünlüğü korunabilmiş.
Bir başka yazarımız ise o günleri şöyle anlatıyor:
1911 yılında İtalyanlar bize ait Trablus ve Bingazi'yi işgal etmişlerdi. O yıllarda bazı Balkan devletleri, İmparatorluktan ayrılarak istiklâllerini ilan etmişler, topraklarını genişletmenin yolunu arıyorlardı.
1912 yılında Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar ve Karadağlılar birleşerek Rusya'dan yardım ve teşvik görüp Osmanlı'ya harp açtılar. Gayeleri Osmanlı'nın Avrupa'daki topraklarını aralarında bölüşmektir.
I. Balkan Harbi böylece başlar. Harple birlikte asker toplanıp cepheye sevkedilir.
Ordumuz içerisinde irtibatsızlık ve ileri gelenler arasında ikilik vardır. Düzensiz asker, biribirleriyle irtibatı zayıf birlikler, düşman için bulunmaz fırsattır.
Nihayet Bulgarlar, Çatalca'ya kadar ilerlediler. Yunanlılar Ege denizi'ndeki adalarımızı işgal ettiler. Böylece asırlarca müslümanların idaresindeki bir çok yer kâfirlerin istilasına uğradı. Nice Müslüman malını, canını kaybetti. Irz ve namuslar, hak ve hürriyetler hep heder oldu. Nice zulümler ve işkenceler yapıldı.
Bu arada Balkan devletleri, Osmanlı'dan aldıkları yerleri aralarında bölüşemeyip biribirleriyle harp etmeye başlamışlardı. Romenler, Sırplar ve Yunanlılar bir olup Bulgarlara karşı savaşıyorlardı.
Osmanlı idarecileri kaybettikleri yerleri geri alma düşüncesiyle tekrar savaşa girdiler. II.Balkan harbi de işte böylece başlamış oldu. Bir yıl kadar sonra savaş sona erdi; Osmanlılar Bulgarları yenerek Edirne ve Kırklareli'yi geri aldılar (13).
Birinci Dünya Savaşı
I. Dünya Savaşı, Osmanlı için bir dönüm noktası, âdeta yıkılışın adı oldu.
28 Haziran 1914'te Avusturya Veliahtı'nın Saraybosna'da öldürülmesiyle savaş başlamıştı.
Osmanlı Devleti savaşa Kasım 1914'te girdi. Yönetimde bulunan İttihat ve Terakki liderleri, savaşı Almanya'nın kazanacağını, böylece de daha önce kaybedilen yerlerin tekrar kazanılabileceğini düşünüyorlardı.
Almanya ise doğuda Rusya'ya karşı Osmanlı'dan faydalanmanın hesabını yapıyordu. Zaten ilk cephe doğuda Kafkas cephesinde Ruslar'a karşı oldu. Daha sonra İngilizlere karşı Irak Cephesi, güneyde İngiliz-Fransız ve Filistin'de savaşıldı.
Tarihimiz Geniş Cepheli Savaşlarla Dolu…
1596'da Tiryaki Hasan Paşa'nın Kanije savunması, 1877'deki (93 harbi) Gazi Osman Paşa'nın Plevne savunması ile aynı savaşın doğu cephesi olan (ve Nene Hatun'u da destanlaştıran) Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın Erzurum savunmaları gibi.
Evet Osmanlı Tarihi, büyük cepheli savaşlarla doludur.
1353 Rumeli'ye çıkışla başlayan batı maceramızda Sırpsındığı, Kosova ve Varna savaşlarından beri hep birden fazla devletle savaştı Osmanlı. Hatta 1396'daki Niğbolu savaşında 13 devletin ordusuna karşı savaşılmıştı. 1683 Viyana bozgunu sonrası kurulan Haçlı ittifakına (Avusturya, Venedik, Rusya, Lehistan, Malta) karşı 16 yıl mücadele edilmişti.
XV. yüzyılda başlayan coğrafi keşifler ile Avrupa'da uyanan sömürgecilik duyguları, XIX. yüzyılda iyice ortaya çıkmış; Amerika, Afrika ve Asya'nın güney ve doğu bölgeleri, Avustralya kıtaları Avrupalı devletlerce sömürgeleştirilmişti.
Ancak Avrupalı devletler bu kadarla yetinmiyor, daha fazla pay kapmanın yollarını arıyorlardı. Bir tarafta İngiltere-Fransa-Rusya; öbür tarafta Almanya-Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'yla İtalya.
Osmanlı'nın bu savaşa kesinlikle girmemesi gerekiyordu. Ancak Almanya, iktidardaki Enver Paşa ve ekibini savaş için zorluyordu. Hepimizin bildiği gibi, İngiliz donanmaları önünden kaçarak sığınan iki Alman gemisinin satın alındığı ilan edildi. Sonra bu gemilerin, gerçek amaçlarını gizleyerek Karadeniz'e çıkıp Rus limanı Odesa'yı topa tutması, Osmanlı'nın resmen savaşa katılması için yetti de arttı bile.
Rus Çarı'nın isteği üzerine 13 Ocak 1915'te Londra'da toplanan savaş meclisi, boğazlardan geçilerek Rusya'ya yardım götürülmesine hatta İstanbul'u alarak Osmanlı'yı savaş dışı bırakmaya karar verdi. Böylece Almanya yalnız bırakılarak mağlup edilmesi kolaylaşmış olacaktı.
Çanakkale Destanı
Çanakkale savaşı, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'nda döğüştüğü 9 cepheden biridir.
Çanakkale cephesinde müttefiklere karşı savaşılırken, Almanya'ya yardım için Galiçya'ya asker yollandı. Bulgarlara yardım için Makedonya'ya yardıma gidildi.
Çanakkale Harbi, düşmana karşı verilmiş en büyük savunma savaşlarından biridir.
İngiliz ve Fransız donanmalarından oluşan müttefik düşman kuvvetleri, 19 Şubat 1915'te 18 büyük savaş gemisi ile Çanakkale istihkâmlarını ağır top ateşine tuttu.
Osmanlı Devleti bu teknik karşısında çok zayıf durumda idi. Yeterli gemi, top, özellikle uzun menzilli topları yoktu. Düşman bir an evvel boğazı geçip İstanbul'a varmaya çalışıyordu.
Millî Şairimiz M.Âkif, o günleri şöyle dile getiriyordu:
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
.......................
Eski Dünyâ-Yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
........................
Yüreği vatan sevgisi, iman aşkı ile dolu Anadolu Türk'ünün bu mübarek cihadını ise:
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Diye ifade ederek müslüman Türk'ün bu savaşının büyüklüğünü, ancak Mekke müşrikleriyle Bedir harbinde savaşan Hz.Peygamber (s.a.s) ve ordusunun cihadına benzetiyor, onu misâl gösteriyordu.
İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale'yi azgın top gülleleriyle bombardımana devam ediyor, korkunç direnişi kırmaya çalışıyor ama Mehmetcik yılmıyor, ölüyor lâkin geçit vermiyordu.
İşte böyle kanlı çarpışmalar olurken, İngiliz devlet adamı Lord Curzon: Fırsat eldeyken Türkleri Avrupa'dan atalım, onlara hayat hakkı vermeyelim, Ayasofya'yı yeniden kilise yapalım derken; bir başka İngiliz Lord Kitchener: Türkleri dünya haritasından silinceye kadar harbe devam etmeliyiz, diyordu.
Ancak 18 Mart günü kazanılan büyük zaferle 7 düşman donanması batırılmış, müttefikler büyük kayıplara uğramıştı. Boğazdan geçemeyeceğini anlayan müttefikler bu defa Gelibolu yarım adasından geçmeyi denediler.
25 Nisan'da başlayan kara harekâtı Aralık ayının sonlarına kadar devam etti. Başaramayacaklarını anlayan müttefik kuvvetler, 9 Ocak 1916'da Çanakkale bölgesini boşaltarak memleketlerine döndüler. Hem de cümle âleme perişan olarak…
Ve kaybımız 253.000 Mehmet...
İşte Çanakkale'yi savunan, lâkin Türk Milleti'nin belki de bahtını kurtaran o şehidler bizim için her türlü takdir ve övgünün üstündedirler.
Dini, imanı, vatan ve namusu için savaşan, ölüme gülerek giden insanların döğüştüğü yerdir Çanakkale.
Akif'in dediği gibi:
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Türk milletinin Çanakkale'deki azmi ve imanı, harp tarihi içerisinde örnek alınacak efsane boyutunda bir olaydır.
Bin yıldır bu milletin Cepheye giderken bilip söylediği bir parolası olmuştu; "ölürsem şehit, kalırsam gazi" diyerek ölüme güle oynaya gitmiş; dilden dile dolaşan bir marş gibi cepheden cepheye koşmuştur.
Savaş pek çok şeyimizi aldı götürdü. Netice itibariyle koskoca imparatorluk elden çıktı.
Çanakkale'de bir destan yazılmıştır ama; neler neler pahasına. Elimizde avucumuzda ne varsa kaybettik. Yetmedi; Çanakkale'ye yüreğimizi gömdük; hem de Millet olarak.
Lakin Gazilerimizin şu öğütlerini kulağımıza küpe yaptık.
Aman dikkat edin! Su uyur, düşman uyumaz.
Dün Malazgirt'te yenilen düşman, Ayasofya'yı camiye çeviren Fatih'e ve onun nesline duyulan düşmanlık, Niğbolu'da, Mohaç'ta, Preveze'de ve Viyana önlerine kadar at koşturan İslâm'ın büyük mücahit milletine duyulan Hristiyan haçlı öfkesi, Çanakkale'de yüzlerce yıllık biriken kinini kustu.
Bir zamanlar İspanya karşısında çaresiz kalan İngiltere, Almanya'ya esir düşen Fransa kralı, Türk yardımıyla kendini kurtarmışken, bu iyilikleri Çanakkale'de hiç hatırlamadılar.
Çanakkale'de taşlar kadar insan kemiği, otlar kadar insan saçı var dense yeridir.
Bilhassa o zaman yüksek tahsile devam eden 8 kur'a yedek subay olarak, 1315 doğumlular acemi asker olarak cepheye sürülmüşler ve tamamen şehid olmuşlardı. Böylece Türk milletinin ufkunu aydınlatacak tahsilli gençlerle, insan gücünü meydana getiren genç nesiller yok olmuştur (14).
Böylece Çanakkale, Anadolu'nun nice has evlatlarına mezar olmuştu. Onun için:
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Offf gençliğim eyvah!
Ağıtında gencecik yaşında Cepheye koşup şehid olanların yürek yakan terennümlerini duyar gibi oluruz.
Evet, dört sene süren I. Dünya Savaşı'nda nice 5'liler 15'liler gitmiş ve nice analar, gelinler ve genç kızlar gözyaşı dökmüş ve yüreği kan ağlamış, ağlamıştı... Şimdi oralarda Anadolu'nun her köyünden, belki her hanesinden bir şehid, bir kurban yatıyor.
Şu tek mısranın ifade ettiği mana derinliğini, sayfalar dolusu yazarak acaba anlatabilir miyiz?
Şüheda gövdesi bir baksana dağlar, taşlar
Evet aynen böyle. Çanakkale'nin dağları taşları şehid kanıyla boyanmış, siperler cansız Mehmetlerin gövdeleriyle dolmuştu.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı orduları, yer yer zafer kazanmasına rağmen; müttefikleri olan Almanya, Bulgaristan ve Macaristan yenilerek savaştan çekildiler. Bu durumda Osmanlı da savaştan çekilmek zorunda kaldı.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile devlet fiilen sona ermiş oluyordu.
Avrupa, Anadolu'nun 1071'de Alparslan tarafından fethedilmesini, daha sonra da Türkleşmesini ve müslümanlaştırılmasını bir türlü içine sindirememiştir. Bunun için Batı, Anadolu'yu geri almak ve tekrar Hristiyan yapmak üzere yıllarca plânlar yapmış, mücadeleler vermiştir.
Bu şekilde emperyalistler bir bakıma Şark Meselesini çözüme bağlamışlardı. Bu yüzden Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrasında hemen faaliyete geçtiler. Başka bir ifadeyle, iç-dış ihanet odakları elele vererek, nihayet 9 asır süren bir mücadelenin sonunda, anayurdumuz, Anadolumuz, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Bu emperyalistler sanıyorlardı ki, bitmek-tükenmek bilmeyen savaşlar sonunda yorgun ve fakir düşen Türk Milleti, istilaya karşı duramaz ve Türk toprakları da kolaylıkla paylaşılıverir (15).
Anadolu halkı, Mondros Ateşkesi'nin koşullarını öğrenir öğrenmez silaha sarılmış ve işgalcilere karşı direnmeye ve örgütlenmeye girişmiştir. Amasyalısıyla, Trakyalısıyla, Denizlilisiyle, Aydınlısıyla, Ankaralısıyla, emperyalistlere karşı ayaklanmıştır.
Kısaca çoluğuyla-çocuğuyla, kadınıyla-erkeğiyle, Türk Milleti'nin bütün fertleri harekete geçmiştir. Kadınlarımız cephelere mermi taşımış, yetişkinlerin yanısıra çocuklar vuruşmalara katılmıştır.
3 Kasım 1918 'de İngilizler Musul'u işgal ettiler.
13 Kasım 1918 'de düşman gemileri İstanbul'a geldiler.
15 Mayıs 1919 'da Yunanlılar İzmir'e asker çıkardılar.
Bir Soru
Arkadaşım Doğan parmak kaldırıp söz alıyor:
– Hocam! Vatan işgal edilirken, halk olup bitenlere seyirci mi kalıyordu? Herşeye rağmen elindeki kıt imkânları zorlayarak gereken tepkiyi göstermesi gerekmez miydi?
Hüsnü Öğretmen bir süre Doğan'ın yüzüne baktı; derin derin iç geçirdikten sonra şöyle devam etti.
– Sevgili Doğan! Sanıyorum, milletin halini biliyor olmalısın ki, ifadende "herşeye rağmen" tabirini kullandın.
Doğan, Hüsnü Öğretmeni tasdikler gibi oturduğu yerden başını sallıyordu.
– Evet, her şeye rağmen bu Millet, İzmir'in işgalini çok büyük tepkilerle dile getirmiştir.
Hasan ayağa kalkıyor ve:
– Hocam! Dedem, hep Harb-i Umumi'den bahsederdi. Sonra da Millî Mücadele'den; 12 yıl askerlik yaptığını anlatırdı. Memleketin en zor günlerinde şaşkın, çaresiz, ihtiyar, pekçoğu sakat kalmış insanlara yeni bir hayat verircesine din adamlarının öne geçip görev yaptığını anlatırdı.
– Çok doğru! İsterseniz bu bilgileri kısa da olsa kaynaklarımızdan okuyalım:
Halkımız ve Din Adamları
Denizli Mitingi:
İzmir'in işgali haberi alınır alınmaz 4 saat gibi kısa bir zaman sonra 15 Mayıs 1919'da Denizli'de Müftü Ahmet Hulusi başkanlığında bir miting düzenlendi. Müftü Efendi bu mitingte halka şöyle sesleniyordu:
– Muhterem Denizlililer!
Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.
İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir.
Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir. Silahımız olmayabilir; topsuz tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına dikileceğiz. İstiklâl aşkı, vatan sevgisi, haysiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemiz sonunda zaferi kazanacağız (16).
Şeklinde devam eden ateşli ve dokunaklı hitabı orada bulunanları coşturmaya yetti. Sonra bu miting çevre illere ve ilçelere örnek oldu.
İstanbul Mitingi:
İzmir'in işgali en güçlü ve ses getirici şekilde İstanbul'da protesto edildi.
Bu hain işgali protesto için, İstanbul Sultan Ahmet Meydanı'nda büyük bir miting yapılmıştı.
Bu toplantıda Sultan Ahmet Camii'nin minarelerine 16 ve Ayasofya Camii minarelerine 4 hafız çıkarak hepsi birden salatü selam okudular. Daha sonra yanık sesli bir müezzin ezan okudu.
Bu arada yakında bulunan cezaevindeki sanıklar tekbir getirmeye başladılar. Üniversiteli gençler bayrağımızı siyaha boyayarak ortaya getirdiler. Bu anlamlı ve hazin manzara içinde toplanan kalabalığa hatibler ateşli konuşmalar yaptılar ve vatanımızın işgal edilmesini en sert şekilde protesto ettiler.
Bilindiği üzere Millî Mücadelenin ilk günlerinde halk, Mustafa Kemal Paşa'nın da belirttiği gibi hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar âdeta durgun bir haldeydi.
İzmir'in işgali üzerine 16 Mayıs 1919 günü Denizli-Sarayköy'de de işgali tel'in mitingi düzenlenmiştir. Bu mitingte İlçe Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi halka:
İzmir'in kâfir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kâfirlerin bulunduğu yerde namaz kılınamayacağını ve kılınmasının caiz olmadığını bildirerek düşmana karşı konulmasını istemiştir.
Denizli-Çal Müftüsü Ahmet İzzet Efendi, 17 Mayıs 1919 günü Çal halkını Çarşı Camii'nde toplayarak onlara düşman istilasına karşı seyirci kalınmamasını ve silahla mukavemet edilmesinin gerekli olduğunu anlatmıştır.
İzmir Mitingi
Öte yandan Yunan işgali öncesinde İzmir'de düzenlenen mitingte de İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi: Vatan sevgisi imandandır. İzmir'in asırlardır ezan sesleri yükselen semalarında kulakları tırmalayan çan seslerine katlanmaktansa şerefle ölerek şehadet şerbetini içmeyi tercih ederim.
Kardeşlerim! Ciğerlerinizde bir soluk nefes, damarlarınızda bir damla kan kaldıkça, anavatanımızı düşmanlara teslim etmeyeceğinize, Kur'an-ı Kerim'e el basarak benimle birlikte yemin edin.
Rahmetullah Efendi, İzmir Valisi İzzet Bey'in Yunan işgaline karşı çıkılmaması emri üzerine de;
Vali Bey! Bu sakalım kanımla kızarabilir, ama şu alnıma Yunan alçağını sükûnetle selamlamış olmanın karasını sürerek Huzur-u İlahi'ye çıkamam, diye haykırmıştır.
Manisa Fetvası
Manisa'da da Manisa Müftüsü Alim Efendi (o bölgedeki diğer Müftülerle birlikte), İzmir'in işgalinden sonra Yunan işgalini din açısından değerlendiren bir fetva vermişlerdir. Bu fetvada, Yunan işgali ve zulmünün haksızlığı belirtildikten sonra, buna karşı fiili mukavemetin yani cihad yapmanın farz olduğu açıklanıyordu.
Esir ve Şehid Müftüler...
Kırkağaç Müftüsü Hacı Rifat Efendi, Ayvalık Cephesi'nde fiilen savaşa katılmış ve düşmana esir düşmüştür.
Cephede düşmanla çarpışırken esir düşen bir diğer isim de Manisa Müderrislerinden Hacı Hilmi Efendi'dir. Bu iki din adamı, Atina'da uzun süre esaret hayatı yaşamışlardır.
Bu arada Millî Mücadele lehindeki çalışmalarından dolayı Bilecik Müftüsü Mehmet Nuri Efendi de 1921 Nisan'ında Yunan askerlerince şehid edilmiştir.
Adana, Maraş, Antep ve Urfa'da da halka mücadele fikrini aşılayanlar, yine din adamlarıdır. Bunlar Adana'da: Müftü Hüsnü, Maraş'ta: Maraş Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurucularından Vezir Hoca diye tanınan Mehmet Alparslan, Antep'te: Müftü Rifat Efendi, Urfada: Müftü Hasan Hüsnü, gibi din adamlarıdır. Onların önderliğinde emsalsiz bir savunma hareketi olan Maraş müdafası gibi müstesna bir kahramanlık örneği verilmiştir. Maraş halkının, Ermeni çeteleriyle Fransız askerlerine karşı koymasında "Türk ve İslâm hakimiyetinin bulunmadığı bir yerde Cuma namazı kılınmaz," fetvası etkili olmuştur. Özellikle Sütçü İmam'ın ilk kurşunu atması, bu yörede de Millî Mücadele kıvılcımının ateşlenmesi için kâfi gelmiştir (17).
Konya, Antalya, Burdur, Isparta, Afyon, Kütahya, Bursa, İzmit, Eskişehir, Uşak, Kırşehir, Niğde, Aksaray, Nevşehir, Çankırı, Çorum, Yozgat, Kayseri, Malatya, Mersin, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Bitlis, Hakkari, Van, Muş, Bingöl, Elazığ, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Erzincan, Sivas, Gümüşhane, Bayburt, Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Tokat, Kastamonu, Sinop, Bartın, Zonguldak, Bolu, Amasya ve Trakya Müftüleriyle birlikte, İmam-Hatip, Müezzin ve Medresede müderris olan kişiler Millî Mücadele'ye hizmet vermiş önde gelen din adamlarıdır.
İstanbul'da ise; Şeyh Ata(Özbekler Dergahı Şeyhi)'nın büyük yardımları görülmüş; Anadolu'ya silah ve personel sevkinde Şeyh Ata Efendi'nin emsalsiz hizmetleri olmuştur. İsmet İnönü'den Halide Edip'e ve M.Âkif'e kadar pek çok kimse Şeyh Ata'nın Dergahı'ndan Anadolu'ya hareket etmişlerdir (18).
Burada köy, ilçe ve nahiyelerimizdeki din adamlarının isimlerini ve yaptıkları mücadeleleri anlatmayacağım. Eğer onları ayrı ayrı ifade etmiş olsak, eminim herbirinin çalışmasından ayrı bir eser meydana gelir.
Bu bölümü bitirirken bir hususu da belirtelim: Din adamı olmadıkları halde Kurtuluş Savaşı'nda, halkın dini ve millî duygularını galeyana getirerek, bunu zafer için en müessir bir vasıta olarak kullanabilenler de vardır. M. Kemal Paşa bunların başında gelir. O her gittiği yerde ilk önce din adamlarıyla temasa geçmiştir. Zaman zaman dini içerikli konuşmalar yapmıştır.
Ayrıca İstiklâl Marşı şairimiz, daha sonra göreceğimiz gibi, din adamlarından daha fazla dini heyecanı harekete geçiren hizmetler ifa edenlerdendir.
19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan M. Kemal Paşa'yı Anadolu'da ilk karşılayanlar yine din adamlarıdır.
Amasya'da, Erzurum'da, Sivas'ta, Kayseri'de ve Ankara'ya geldikten sonra yine en büyük destek zamanın din adamlarından gelmiştir (19).
Bu konuda, Ankara Müdafai Hukuk Cemiyeti Başkanı Müftü M. Rıfat (Börekçi) Efendi'nin yaptıkları, bir destan kahramanı için hazırlanmış senaryo gibiydi. Bir farkla ki, Müftü Efendi hayalî şeyler yapmıyor, bugün bir çoğumuzun senaryoya benzettiği o destansı vakıayı hayata geçiriyordu.
M. Kemal ve arkadaşlarını Ankara'ya gelişlerinde karşılamak üzere hazırlanan tören, Ankara Müdafai Hukuk Cemiyeti tarafından hazırlanmış, Ankara'ya yerleşmiş olan M. Kemal ve arkadaşlarına maddi ve manevi her türlü destek yine Ankara Müftüsü M. Rıfat Efendi tarafından yapılmıştır.
Bu desteğin 54-56 bin lira gibi (o zaman için) çok yüksek bir meblağ teşkil ettiği ve bunun Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hazinesi olduğu belirtilmektedir (20).
Elimizdeki kitapta bir başka başlık göze çarpıyor.
Demir ve Çelik Alaylar
Millî Mücadele'de din adamları ellerinde silah, beldelerini de korumuşlardır. Isparta'da Hafız İbrahim Efendi DEMİRALAY, Afyonkarahisar'da Hoca Şükrü Efendi ÇELİKALAY adlarında gönüllülerden alaylar teşkil etmişlerdir (21).
Ali Fuat Paşa bu kuvvetlerden söz ederken şöyle diyor:
Eskişehir'de İngilizler vardı. Eğer Isparta ve Afyon'u muhafaza edebilseydik, Eskişehir'deki İngilizleri atmak mümkündü. Isparta ve Afyon'da millî kuvvetleri teşkil edebilme faaliyetimize lüzum kalmadı. Bu iki şehrimizde, iki din adamı, başı sarıklı iki mücahit başa geçmişler ve millî kuvvetleri tecrübeli kumandan siyaset ve basireti ile teşkilatlandırmışlar ve ilk anda yadırganacak bir kararla kumandayı da bizzat ellerine almışlardı. Isparta'da Hafız İbrahim Efendi, Afyonkarahisar'da Hoca İsmail Şükrü Efendi (22).
Hoca Şükrü Efendinin Meclise Gelişi ve Cepheye
Geri Dönüşü
Hoca Şükrü Efendi, daha sonra Birinci Meclis'e milletvekili olarak katılmış ve kendisini karşılayan M. Kemal Paşa:
– Nerede kaldın Hocam? Dört gözle seni bekliyorduk, demiştir. Bunun üzerine Şükrü Hoca Afyon'da yaptığı çalışmaları anlatarak, Paşa'ya oradaki düşmanın durumu ve yapılması gerekenler hakkında bilgi vermiştir.
M. Kemal Paşa tekrar:
– Varolunuz Hocam! Sizin gibi din âlimlerinin bu hususta Millete ön ayak olması memleketin ve dinin muhafazası için elzemdir. Afyon'da nasıl çalıştığınızı, evlerde, camilerde, köylerde halkı düşmana karşı mukavemete nasıl hazırladığınızı işittim. Memleket ve din uğrundaki bu mücadeleniz şayanı takdirdir.
Daha sonraki günlerde Meclis'te Yunan'ın Anadolu içlerine doğru ilerlemesini ve buna bir çare bulunmamasını en çok eleştiren Şükrü Hoca Efendi olmuş ve onun bu ateşli konuşmalarına karşı Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa:
– "Hocam vaziyet tehlikededir... Bir Cephe kurabilmek için bize beş ay zaman lâzım", demesi üzerine Şükrü Hoca; kendisine yeterli miktarda at ve silah verilmesi halinde düşmanı beş ay oyalamak yerine düşmanı durdurabileceğini bildirmiştir.
Bundan sonraki gelişmeleri Şükrü Hoca şöyle anlatıyor:
14 Adet İşe Yaramaz Martinden Oluşan
Silah Deposu:
.......Paşa bu tekliften memnun kalır. Ne kadar silah ve cephane varsa derhal bana teslim edilmesi için Ankara silah deposuna emir verdiler. Depoya gittim. Ne göreyim: 14 adet martinden yapma bekçi silahlarından başka silah yok. Bunları aldım. Kırk'a çıkarılmasını istedim; Ankara Kolordu Kumandanı ve Vali Vekili Nuri Bey'in bunu bulacağını ümid ediyordum. Maalesef buna da imkân olmadığını söyledi... Resmi makamlardan ümid kesilince Allah'a dayanarak bir çare düşündüm.
Halk Etmelisin Halk!..
Hemen bir gün içerisinde bir asker elbisesi diktirdim. Başımdaki sarığı muhafaza ederek bu asker elbisesini giydim. Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazından sonra kürsüye çıktım:
– Ey Cemaati Müslimin! Kapıları kapayınız. Hiçbiriniz camiden dışarı çıkmasın. Sizinle görüşecek mühim meseleler var!, dedim... Coştum, söyledim. Evde duvarlarda asılı duran harp silahlarının boşuna asılı kalırsa ev sahibine lanet edeceğini anlattım. Memleket ve din tehlikede kalırsa yedisinden yetmişine kadar bütün müslümanların cihadla mükellef olduğunu anlattım. M. Kemal Paşa'nın teminatını söyledim. Cemaat ağladı; ben ağladım.
Nihayet arkamdaki ilmiye cübbesini çıkararak; asker elbisesiyle başımda sarık olarak kürsüde ayağa kalktım:
Ey Cemaati Müslimin!
İşte ben asker kıyafetine girdim, cepheye gidiyorum. Memleket ve din kurtuluncaya kadar cephelerde düşmanla çarpışacağım. Memleketini dinini seven benimle gelsin
Herkes (camiden çıkıp) sağa sola koştu. O gün akşama kadar 700 silah, 600 mücahid, 120 at toplanmıştı. Ben toplananlarla Ankara'dan ayrıldım.
Afyon'a gelir gelmez düşman bir taarruz daha yapmış, Uşak'a girmişti; Acele cepheye koştum. Uşak Cephesi'ne İzzettin Bey kumanda ediyordu... Ben hemen o tarafta bir müdafaa hattı tesis ettim (23).
Evet, din adamlarımızın İstiklâl Harbi'ndeki çabalarını belgeleyen bir kaç sahifecikti okuduğumuz.
Bu azim ve kararın kaynağı milletti. Bunun içindir ki eli silah tutanlar cepheye koşmuş, malı mülkü olanlar herşeyini istiklâl uğruna ortaya koymuşlardı.
Düşmandan kaçmak en büyük yüz karasıydı.
Halk, Cephe gerisinin asker kaçaklarının yuvası haline gelmesine aslâ müsade etmedi. Tek-tük de olsa buna tevessül edip bir yerlere sığınanları anında Devletin meşru güçlerine teslim etti.
Kısaca, Milletle Devletin elele vermesidir Millî Mücadele...
Millet, azim ve sebatından bir şey kaybetmedi ama; yıllardır savaşlar yüzünden bacalar tütmez olmuştu. Her yeni gün bir başka çileye ev sahipliği yapıyordu. Millet, artık dertler bitsin, gözyaşı dinsin istiyordu. Sefalet, yokluk diz boyunu aşmıştı. Nice nice Millet evladı, Cepheye gidiyor bir daha geri dönmüyordu.
I. Dünya Savaşı'ndan Sonra...
Dört yıl gibi kısa bir zamanda Koca Osmanlı, bütün gücünü ve topraklarının büyük bir kısmını yitirmişti. İmparatorlukla beraber tabii ki İslâm dünyası da büyük yara almış, Anadolu insanı perişan bir vaziyette kalmıştı.
Böyle bir ortamda kurtuluş için değişik fikirler ve çareler üretiliyor, kamuoyu değişik çözüm şekilleriyle karşılaşıyordu; kurtuluşu İngiliz himayesine yahut ABD mandasına girmekte görenler vardı.
Bununla birlikte inançta ve fikirde halktan farklı olmayan, düşünce ve inançta halkı temsil eden, millî değerlerin temsilcisi insanlar da vardı.
Bölgesel Direnişlerden TBMM'ne Doğru
İşgal edilen yerlerde millet kendi kendini kurtarmak ve düşmanı kovmak gayretini göstermeye başladı. Cesur Türk evlatları, yurdunun düşman tarafından işgal edilmesine rıza göstermiyor; ölüm pahasına da olsa düşmana karşı koyuyordu.
Bunlar kurtuluşumuzun ve Kurtuluş Savaşımızın ilk ışıkları olmuştur. İzmir'de Hasan Tahsin, Antep'te Şahin Bey ve Maraş'ta Sütçü İmam, gönüllerde tutuşturulan istiklâl ateşinin ilk kıvılcımlarıydılar. Ege'nin meşhur Zeybekleri ve Efeleri de düşmana karşı heybetli dağlar gibi durmuşlardı.
Hakları korumak ve düşmana karşı koymak için memleketimizin hemen her köşesinde Müdafa-i Hukuk cemiyetleri kurulmuştur. Bu durumda İstanbul'da bulunan vatanperverler de Anadolu'ya geçerek kurtuluş hareketlerine katılmak istiyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişi olarak, Anadolu'ya olağanüstü yetkilerle gönderilişi, Anadolu'daki Mücadelenin seyrini etkileyen bir başka önemli olay oldu. Bu amaçla 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. Daha sonra Erzurum ve Sivas Kongrelerini topladı. Bu kongrelerde görüşmeler yapıldı. Aynı amaçla kurulan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla birleştirildi. Milletin topyekün kurtuluşa katılması istendi ve bunun için çalışmalar yapıldı (24).
27
Aralık 1919'da Mustafa Kemal ve çalışma arkadaşları Ankara'ya geldiler. Artık
orada kalıp Kurtuluş Savaşı için hazırlıklar yapacaklardı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da Meclis açıldı ve çalışmalarına başladı.
Öte yandan Yunan askerleri binbir çeşit zulüm ve işkence yaparak İç Anadolu'ya doğru ilerliyordu.
Meclis, vatanı istiladan kurtaracak ve düşmana haddini bildirecek Düzenli Ordu kurulmasını kararlaştırdı Milletin binbir fedakârlığıyla düzenli ordu olarak Batı Cephesi kuruldu. Artık her Türk'ün tek sözü vardı:
"Ya istiklâl, ya ölüm."
Düzenli Ordu ve Savaş!
Anadolu'da oluşturulan Millî Mücadele ruhu, meyvesini vermeye başlamıştı. Artık bundan sonra, Anadolu içlerine doğru ilerleyen Yunan askerleriyle hemen savaşa başlanacaktı.
10 Ocak 1921 tarihinde, I. İnönü, 3 ay sonra da II. İnönü savaşları yapıldı. Bu amansız kavgada askerlerimiz üstün başarılar kazandı.
Bu durumdan endişe eden Yunanlılar, Ankara'ya doğru ilerleyerek en kısa zamanda merkezi ele geçirmek istediler.
22 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında, 22 gün geceli gündüzlü devam eden Sakarya Savaşı yapıldı. Bu savaşlarla Türk orduları büyük zaferler kazandı. Yunanlılar yenilgiye uğradı.
İstanbul'dan Karadeniz sahillerine çıkan mücahidler ve cephaneler oradan Ankara'ya getiriliyor; sonra da batı cephesine ulaştırılıyordu.
Şimdi iç Anadolu'dan batıya doğru bir akış vardı.
İşte bunlardan biri de Şerife bacı... Yüzlerce Emine, Ayşe, Fatma, Hacer bacıların Cephe yollarında yaşadığını, Şerife bacının şahsında birlikte görelim.
Vatanı İçin Kendini Feda Eden Türk Anası
Vapur ve motorlarla İnebolu'ya çıkarılan silah ve cephane Kastamonu üzerinden Ankara'ya, oradan da cepheye gönderiliyordu.
1921 yılının Aralık ayında birdenbire bastıran kar yolları kaplamıştı. İnebolu'dan Kastamonu'ya hareket eden bir kadın cephane yüklü kağnısı ile yorgun argın bir vaziyette ancak Kastamonu kışlası önüne kadar gelebilmiş, şehire girmek nasip olmadan kağnı arabası ile yol kenarında durmuştu.
Arabanın yanına gidenler şu acıklı manzara ile karşılaştı.
Bu vatansever Türk kadını Cephaneyi korumak için yorganını top mermilerinin üzerine örtmüş, kendisi açıkta kaldığı için soğuktan donarak ölmüştü.
Arabanın yanına gelen görevliler, gözyaşları dökerek soğuktan donan kadını arabadan indirirken, yorganın altında çığlığı basarak ağlayan bir çocuk sesini işitince şaşırdılar. Otlara sarılı top mermileri arasına yerleştirilmiş çulların içinde kundaktaki bir kız çocuğunu buldular.
Top mermileri ıslanmasın diye kendisini vatanı için feda eden ve geriye yetim bir çocuk bırakan bu kahraman Türk anasının bu acıklı hikâyesini, bu vatan topraklarında yaşayan herkesin özellikle genç nesillerin iyi değerlendirmesi gerekir (25).
Fedakârlık... Fedakârlık...
Bu arada bir yandan erzak ve cephane temin ediliyor, bir yandan da asker toplanıyordu. Toplanan cephane ve erzaklar kağnılarla (vatandaşın elindeki yegane vasıta) durmaksızın Batı Cephesi'ne gönderiliyordu. Onlar "Ya istiklâl, ya ölüm" diyen ve ölüm kalım savaşı veren Türk askerlerinin imdadına yetişeceklerdi.
Bu gidenler, ihtiyarları ve çocukları süngüleyen, namuslu Türk kadınının namusuna leke süren Yunan askerlerine haddini bildirmeye ve onları vatanımızdan sürüp çıkarmaya gidiyorlardı.
Ankara'dan cephane ve diğer askeri malzemeler, katarlar ve kağnılarla uzayıp giden yollardan aşıp aşıp gidiyordu.
23 Nisan 1920'de Ankara'da Meclis açıldı ve çalışmalarına başladı.
Öte yandan Yunan askerleri binbir çeşit zulüm ve işkence yaparak İç Anadolu'ya doğru ilerliyordu.
Meclis, vatanı istiladan kurtaracak ve düşmana haddini bildirecek Düzenli Ordu kurulmasını kararlaştırdı Milletin binbir fedakârlığıyla düzenli ordu olarak Batı Cephesi kuruldu. Artık her Türk'ün tek sözü vardı:
"Ya istiklâl, ya ölüm."
Düzenli Ordu ve Savaş!
Anadolu'da oluşturulan Millî Mücadele ruhu, meyvesini vermeye başlamıştı. Artık bundan sonra, Anadolu içlerine doğru ilerleyen Yunan askerleriyle hemen savaşa başlanacaktı.
10 Ocak 1921 tarihinde, I. İnönü, 3 ay sonra da II. İnönü savaşları yapıldı. Bu amansız kavgada askerlerimiz üstün başarılar kazandı.
Bu durumdan endişe eden Yunanlılar, Ankara'ya doğru ilerleyerek en kısa zamanda merkezi ele geçirmek istediler.
22 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında, 22 gün geceli gündüzlü devam eden Sakarya Savaşı yapıldı. Bu savaşlarla Türk orduları büyük zaferler kazandı. Yunanlılar yenilgiye uğradı.
İstanbul'dan Karadeniz sahillerine çıkan mücahidler ve cephaneler oradan Ankara'ya getiriliyor; sonra da batı cephesine ulaştırılıyordu.
Şimdi iç Anadolu'dan batıya doğru bir akış vardı.
İşte bunlardan biri de Şerife bacı... Yüzlerce Emine, Ayşe, Fatma, Hacer bacıların Cephe yollarında yaşadığını, Şerife bacının şahsında birlikte görelim.
Vatanı İçin Kendini Feda Eden Türk Anası
Vapur ve motorlarla İnebolu'ya çıkarılan silah ve cephane Kastamonu üzerinden Ankara'ya, oradan da cepheye gönderiliyordu.
1921 yılının Aralık ayında birdenbire bastıran kar yolları kaplamıştı. İnebolu'dan Kastamonu'ya hareket eden bir kadın cephane yüklü kağnısı ile yorgun argın bir vaziyette ancak Kastamonu kışlası önüne kadar gelebilmiş, şehire girmek nasip olmadan kağnı arabası ile yol kenarında durmuştu.
Arabanın yanına gidenler şu acıklı manzara ile karşılaştı.
Bu vatansever Türk kadını Cephaneyi korumak için yorganını top mermilerinin üzerine örtmüş, kendisi açıkta kaldığı için soğuktan donarak ölmüştü.
Arabanın yanına gelen görevliler, gözyaşları dökerek soğuktan donan kadını arabadan indirirken, yorganın altında çığlığı basarak ağlayan bir çocuk sesini işitince şaşırdılar. Otlara sarılı top mermileri arasına yerleştirilmiş çulların içinde kundaktaki bir kız çocuğunu buldular.
Top mermileri ıslanmasın diye kendisini vatanı için feda eden ve geriye yetim bir çocuk bırakan bu kahraman Türk anasının bu acıklı hikâyesini, bu vatan topraklarında yaşayan herkesin özellikle genç nesillerin iyi değerlendirmesi gerekir (25).
Fedakârlık... Fedakârlık...
Bu arada bir yandan erzak ve cephane temin ediliyor, bir yandan da asker toplanıyordu. Toplanan cephane ve erzaklar kağnılarla (vatandaşın elindeki yegane vasıta) durmaksızın Batı Cephesi'ne gönderiliyordu. Onlar "Ya istiklâl, ya ölüm" diyen ve ölüm kalım savaşı veren Türk askerlerinin imdadına yetişeceklerdi.
Bu gidenler, ihtiyarları ve çocukları süngüleyen, namuslu Türk kadınının namusuna leke süren Yunan askerlerine haddini bildirmeye ve onları vatanımızdan sürüp çıkarmaya gidiyorlardı.
Ankara'dan cephane ve diğer askeri malzemeler, katarlar ve kağnılarla uzayıp giden yollardan aşıp aşıp gidiyordu.
Öte yandan düşman askerleri Polatlı'ya kadar
gelmişler ve Haymana Ovası'na inmişlerdi. Atılan topların sesleri Ankara'nın
batısında kalan bütün köylerden işitiliyordu. Yer yer bu top seslerini işiten
köylülerden çokları evini ve eşyasını toplayarak kağnılara yükleyip kaçmak
istiyordu. Düşman askerleri buraya da gelecek ve bizim köyümüzü de basacak diye
vatandaş, tereddüt içinde idi. Tecrübeli ve gayretli olan yaşlılar, kaçmak
isteyenleri şöylece uyarıyorlardı:
– Nereye göçeceksiniz? Nereye kaçacaksınız? İzmir'e giren kötü Yunan askeri buraya kadar geldikten sonra göçülecek ve kaçılacak yerimiz mi kaldı? Kaçmaktan, göçmekten vazgeçin; herkes kazma, kürek, balta, orak ne bulursa eline alsın; kadın, erkek, çoluk, çocuk, varalım düşmana karşı duralım. Ya hepimiz de ölürüz, ya da domuzları yurdumuzdan sürüp çıkarırız. Yapacağımız tek şey budur (26).
Bir Karar ve Sonrası...
1922 Yılında Millet Meclisi'nde şöyle bir karar alındı: Yurdun bütün kaynakları ve varlığı ordunun emrine verilecek. Düşmana son darbe vurulmak için hazırlık yapılacak... Bu karar bütün köy ve kasabalara duyuruluyor, Türk milletinin varını, yoğunu ortaya koyması isteniyordu. Bu iş mutlaka başarılacaktı.
Herkesin eli neye yatarsa ve gücü neye yeterse, askerlerimiz için yapıyordu. Silah, cephane, yiyecek ve giyecek hazırlanıyordu. At, katır toplanıyordu. Herkes kendisi için, çoluğu çocuğu için çalışmayı bırakmış, tek gaye için çalışıyordu.
Kimi, silah-süngü yapıyor. Kimi top-tüfek çekiyor. Kadınlar çorap çamaşır hazırlıyordu. İhtiyarlar da yiyecek topluyordu. Bu işleri, yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar yapacaklardı. Çünkü genç erkekler topyekün askere gitmişlerdi. Çünkü bir ölüm kalım savaşı vardı. Yıllardır sürüp giden harplerde eriyen Türk milleti, şimdi ya tamamen tükenecek veya yeniden dirilecekti.
Öküzlerin veya mandaların koşulu olduğu kağnılar gıcırdaya gıcırdaya, yollardan akıp akıp gidiyordu.
Her kağnının başında onu sevk ve idare eden bir insan vardı. Bu insanlar beli bükük ihtiyarlar, başı açık, ayağı çıplak çocuklar veya kadınlardı. Küçük çocuğunu sırtına sarıp kağnısının başına geçen veya sırtına mermi yükleyip kafileye katılan kadınlar da az değildi.
Ayranımız Kabarınca...
Tarih boyunca esaret nedir hiç görmemiş, kendisini esir etmek isteyenleri her seferinde çiğneyip geçmiş olan Türk milleti coşmuştu, taşmıştı bir kere. Bendini yıkıp akan sel gibi kükremişti bir kere. Küçük, büyük, kadın, erkek yürümüştü bir kere.
Düşmana son darbeyi vurmak için çok çalışıldı. Büyük hazırlıklar yapıldı.
Kendinden emin düşman artık yok edilecekti. Bu mukaddes vatanın kara bağrında Yunan çizmesine daha fazla müsade edilemezdi.
Yirmi altı Ağustos gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.
Nihayet o gün gelmiş ve:
Yaptığımız ani bir hücum karşısında Yunan askerleri şaşkına dönmüşlerdi. Dört gün süren Başkumandanlık Meydan Muharebesi'nde birliklerimiz bütün gücüyle savaşarak üstün başarılar elde ettiler ve önemli mevzileri ele geçirdiler.
Son darbe 30 Ağustos günü vuruldu. Kahraman askerlerimizin yaptığı son hücumla kesin zafer elde edildi. Yunan birlikleri ise dağılmış, kimi esir olmuş, kimi de kaçmaya başlamıştır. İzmir'e doğru kaçmakta olan Yunan askerlerini süvari birliklerimiz takip ediyorlar ve onları kovalıyorlardı.
Kaçan Yunan askerleri, maalesef uğradıkları köyleri, kasabaları ve şehirleri yakarak; rastladıkları insanları süngüleyerek kaçmışlardır. O zaman bile Türk milletine en büyük kötülüğü yapmışlar ve cani olduklarını göstermişlerdir.
Kaçanları kovalayan Türk askeri 9 Eylül'de İzmir'e vardı. Yunan askerlerinin bir kısmı denize döküldü, bir kısmı da gemilere binerek kaçtı.
Böylece güzel yurdumuz düşmanlardan temizlenip milletimiz ve istikbalimiz kurtarıldı.
"Ya istiklâl, ya ölüm" diyerek kurtuluş savaşına başlayan milletimizden ölenler ölmüş, kalanlar ise esaretten kurtularak hür yaşama hakkını elde etmişlerdir (27).
O günler...
Vatanın istilaya uğradığı günlerde, düşmanı yurttan kovmak için uğraşanların ruh halini, Eşref Edip şöyle anlatıyor:
O günler ne kudsi, ne mübarek günlerdi! O günleri yaşamayanlar mümkün değil bunu anlayamazlar. Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin kurtuluşundan başka bir şey düşünmüyor... Herkes şahsi emellerini bir tarafa bırakmış...Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı.
Hırslar, husumetler hep ayaklar altına alınmış... Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu. Müşterek tehlike bütün kalpleri sımsıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, Ankara'nın dağları taşları samimiyet ve sevgi içindeydi.
Evet arkadaşlar!
Ankara'da, Milletin İstiklâli'ni yine onun azim ve kararının kurtaracağına inanan ilk Meclis'in vefakâr, kahraman Mebusları bazan Meclis'te sabahlara kadar memleketin ahvalini tartışmış, bazan da cepheye koşmuşlardır.
Öğle zili çalmıştı; Hüsnü Öğretmenin son sözleri şunlar oldu:
Peki İstiklâl Marşı'nı ve yazarını, İstiklâl Marşı'mızın Mecliste kabul edilişini öğrenmeyecek miyiz?
Öğreneceğiz; ama bu kısmı haftaya bir dahaki dersimizde...
Şimdilik hoşcakalın!
İyi dersler!
………………………
Ben hep diyorum ki:
Ne olur geçmişe uzanma, yahut böylesi nadide konuşmaları zaman dehlizinden çekip çıkaran bir alet yapılsa da, o gün hıçkırmamak için prangalara vurduğum gözyaşlarıma hürriyetini bağışlayarak dört saatlik dersi bir daha dinleyebilsem.
– Nereye göçeceksiniz? Nereye kaçacaksınız? İzmir'e giren kötü Yunan askeri buraya kadar geldikten sonra göçülecek ve kaçılacak yerimiz mi kaldı? Kaçmaktan, göçmekten vazgeçin; herkes kazma, kürek, balta, orak ne bulursa eline alsın; kadın, erkek, çoluk, çocuk, varalım düşmana karşı duralım. Ya hepimiz de ölürüz, ya da domuzları yurdumuzdan sürüp çıkarırız. Yapacağımız tek şey budur (26).
Bir Karar ve Sonrası...
1922 Yılında Millet Meclisi'nde şöyle bir karar alındı: Yurdun bütün kaynakları ve varlığı ordunun emrine verilecek. Düşmana son darbe vurulmak için hazırlık yapılacak... Bu karar bütün köy ve kasabalara duyuruluyor, Türk milletinin varını, yoğunu ortaya koyması isteniyordu. Bu iş mutlaka başarılacaktı.
Herkesin eli neye yatarsa ve gücü neye yeterse, askerlerimiz için yapıyordu. Silah, cephane, yiyecek ve giyecek hazırlanıyordu. At, katır toplanıyordu. Herkes kendisi için, çoluğu çocuğu için çalışmayı bırakmış, tek gaye için çalışıyordu.
Kimi, silah-süngü yapıyor. Kimi top-tüfek çekiyor. Kadınlar çorap çamaşır hazırlıyordu. İhtiyarlar da yiyecek topluyordu. Bu işleri, yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar yapacaklardı. Çünkü genç erkekler topyekün askere gitmişlerdi. Çünkü bir ölüm kalım savaşı vardı. Yıllardır sürüp giden harplerde eriyen Türk milleti, şimdi ya tamamen tükenecek veya yeniden dirilecekti.
Öküzlerin veya mandaların koşulu olduğu kağnılar gıcırdaya gıcırdaya, yollardan akıp akıp gidiyordu.
Her kağnının başında onu sevk ve idare eden bir insan vardı. Bu insanlar beli bükük ihtiyarlar, başı açık, ayağı çıplak çocuklar veya kadınlardı. Küçük çocuğunu sırtına sarıp kağnısının başına geçen veya sırtına mermi yükleyip kafileye katılan kadınlar da az değildi.
Ayranımız Kabarınca...
Tarih boyunca esaret nedir hiç görmemiş, kendisini esir etmek isteyenleri her seferinde çiğneyip geçmiş olan Türk milleti coşmuştu, taşmıştı bir kere. Bendini yıkıp akan sel gibi kükremişti bir kere. Küçük, büyük, kadın, erkek yürümüştü bir kere.
Düşmana son darbeyi vurmak için çok çalışıldı. Büyük hazırlıklar yapıldı.
Kendinden emin düşman artık yok edilecekti. Bu mukaddes vatanın kara bağrında Yunan çizmesine daha fazla müsade edilemezdi.
Yirmi altı Ağustos gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.
Nihayet o gün gelmiş ve:
Yaptığımız ani bir hücum karşısında Yunan askerleri şaşkına dönmüşlerdi. Dört gün süren Başkumandanlık Meydan Muharebesi'nde birliklerimiz bütün gücüyle savaşarak üstün başarılar elde ettiler ve önemli mevzileri ele geçirdiler.
Son darbe 30 Ağustos günü vuruldu. Kahraman askerlerimizin yaptığı son hücumla kesin zafer elde edildi. Yunan birlikleri ise dağılmış, kimi esir olmuş, kimi de kaçmaya başlamıştır. İzmir'e doğru kaçmakta olan Yunan askerlerini süvari birliklerimiz takip ediyorlar ve onları kovalıyorlardı.
Kaçan Yunan askerleri, maalesef uğradıkları köyleri, kasabaları ve şehirleri yakarak; rastladıkları insanları süngüleyerek kaçmışlardır. O zaman bile Türk milletine en büyük kötülüğü yapmışlar ve cani olduklarını göstermişlerdir.
Kaçanları kovalayan Türk askeri 9 Eylül'de İzmir'e vardı. Yunan askerlerinin bir kısmı denize döküldü, bir kısmı da gemilere binerek kaçtı.
Böylece güzel yurdumuz düşmanlardan temizlenip milletimiz ve istikbalimiz kurtarıldı.
"Ya istiklâl, ya ölüm" diyerek kurtuluş savaşına başlayan milletimizden ölenler ölmüş, kalanlar ise esaretten kurtularak hür yaşama hakkını elde etmişlerdir (27).
O günler...
Vatanın istilaya uğradığı günlerde, düşmanı yurttan kovmak için uğraşanların ruh halini, Eşref Edip şöyle anlatıyor:
O günler ne kudsi, ne mübarek günlerdi! O günleri yaşamayanlar mümkün değil bunu anlayamazlar. Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin kurtuluşundan başka bir şey düşünmüyor... Herkes şahsi emellerini bir tarafa bırakmış...Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı.
Hırslar, husumetler hep ayaklar altına alınmış... Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu. Müşterek tehlike bütün kalpleri sımsıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, Ankara'nın dağları taşları samimiyet ve sevgi içindeydi.
Evet arkadaşlar!
Ankara'da, Milletin İstiklâli'ni yine onun azim ve kararının kurtaracağına inanan ilk Meclis'in vefakâr, kahraman Mebusları bazan Meclis'te sabahlara kadar memleketin ahvalini tartışmış, bazan da cepheye koşmuşlardır.
Öğle zili çalmıştı; Hüsnü Öğretmenin son sözleri şunlar oldu:
Peki İstiklâl Marşı'nı ve yazarını, İstiklâl Marşı'mızın Mecliste kabul edilişini öğrenmeyecek miyiz?
Öğreneceğiz; ama bu kısmı haftaya bir dahaki dersimizde...
Şimdilik hoşcakalın!
İyi dersler!
………………………
Ben hep diyorum ki:
Ne olur geçmişe uzanma, yahut böylesi nadide konuşmaları zaman dehlizinden çekip çıkaran bir alet yapılsa da, o gün hıçkırmamak için prangalara vurduğum gözyaşlarıma hürriyetini bağışlayarak dört saatlik dersi bir daha dinleyebilsem.
İSTİKLAL MARŞI'NIN AÇIKLAMASI / İNCELEMESİ 2
Millî marşlar, milletlerin
kahramanlık destanlarıdır. Onu dikkatle okuyan ve gönülden söyleyen nesiller,
millî şuurlarını kazanır ve kim olduklarının farkına varırlar. Bayrağımız ve
onun hürriyetini ebedîleştiren İstiklâl Marşımız mîlletimizin ruhunu, tarihini,
ideallerini aksettiren ölmez değerlerdir.
Bayrağımızın rengi ve hilâli sanatkârlarımıza
zarif hayaller ilham etmiştir. Arif Nihat Asya'da bu zarafet şu mısralarla dile
gelir:
"Kopardılar ay'ı gökten
Bir ipek dala astılar...
Yurt dediler gölgesine
Ayaklarını bastılar..."
İstiklâl Marşı'nda da Akif'in
dert ortağı, gönül arkadaşı bayraktır.
İstiklâl Marşı'nı anlayabilmek için, Mehmet
Âkif'i iyi bilmek, onun bütün yönleriyle şahsında topladığı ve Türk milletinin
bütünüyle benimsediği "Millî Mücadele ruhu"nu yakından tanımak, o
ruhu hakkıyla hissetmek gereklidir.
Çok yerinde bir kararla okullarımızda İstiklâl
Marşı'nı ezberlemek mecburî kılınmıştır. Ancak marşın ruhuna nufuz edemezsek,
yazıldığı devrin özelliklerine gidemezsek, bu muhteşem abide de alelade
manzumelerle aynı kategoride mütalâa edilecektir.
Genç nesilleri, Millî Mücadele'yi yapanların
içinde bulundukları dünyaya götüremezsek, bütün çabalar neticesiz kalır. Orta
3. sınıflarda Cahit Sıtkı'nın "Borazan başı, borazanbaşı" diye
başlayan ve şairin İstiklâl Marşı'nı dinlediği andaki duygularını işleyen
şiirini okumaya başladığımızda, "Borazanbaşı" kelimesini duyan öğrencilerin
gülüşmeleri, o neslin duygu dünyasına ulaşamamalarından kaynaklanmaktadır.
"Vatan, millet, Sakarya" tekerlemesinin doğmasına sebep de, araya
giren zamanın bizi o duygudan uzaklaştırmış olmasıdır.
İstiklâl Marşı'nı işlerken tarihle mutlaka
ilgi kurulmalıdır. Osmanlının yükselme devrini ve Sevr Antlaşması'yla ülkenin
düştüğü hâli gösteren iki harita, öğrencinin zihnine nakşedilmelidir. Mondros
Mütarekesi'yle ilgi kurularak milletin çaresizliği, ordunun kımıldayamaz duruma
getirilmişliği ve nihayet "yedi düvele" karşı verilen mücadelenin
emsalsizliği, heybeti, bu mücadeleyi yürütenlerin sabrı, tevekkülü, gayreti...
Tereddütsüz Hak yoluna fedâ-yı can edişleri... Hep bunlar genç zihinlere bir
daha silinmemecesine yazılması gereken olay ve hasletlerdir.
Marşımızın birinci dörtlüğünde, içinde
bulunulan karanlık tabloya rağmen "İnananlar ye'se kapılmaz."
kavlince Türk milletine verilen ümit vardır. Bu tablo, tabiî bir olay ile izah
edilir. Akif: Çanakkale Şehitleri'nde güneşin batışıyla ay'ın parlaması olayını
esas alarak, "kahraman Mehmetçik"in fonksiyonunu "Bir hilâl
uğruna Yarab ne güneşler batıyor" mısraında dile getirir.
Şair birinci kıt'ada Türk milletine seslenir.
Şafak vaktinden önce gecenin en karanlık zamanı yaşanır. Bizim İstiklâl savaşı
verdiğimiz yıllar, bu en karanlık zamana benzer. Fakat bu zaman çabucak geçer
ve ardından şafak söker. Aydınlık günler başlar. Bunun için millet, içinde
bulunduğu karanlığın uzun süreceğini sanarak korkuya kapılmamalıdır. Biraz
sonra şafak sökecek ve karanlık son bulacaktır. Bu benzetme şairin, Türk
milletinin bağımsızlığına çok kısa sürede kavuşacağı hakkındaki kesin inancını
ortaya koyar.
İkinci mısra millete verilen ümidi taşımakla
beraber, ona gösterilen bir yoldur da: "Sönmeden yurdumun üstünde tüten en
son ocak" demek, aynı zamanda "Bayrağı indirmemek için, son fert
olarak kalsan bile mücadele edeceksin" demektir.
Üçüncü mısra Türk istiklâline olan sarsılmaz
îmanı haykırır: "O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak."
Milletimin yıldızı, Türk'ün kaderi; talihidir. Talih ve kader manasına yıldız,
deyimlerimize de girmiştir. "Yıldızı kararmak" ve "yıldızı
parlamak" bunlardan ikisidir.
Bayrak milletin kaderini, talihini temsil
eder. O parlıyorsa (hür ise) millet de aydınlık günlerini yaşamaktadır. Onun
zevali, milletin de sonudur. Türk övülmüş bir millettir. Akif üçüncü mısra ile,
Türk milletinin ve İstiklâl sembolü bayrağımızın, kat'î olarak ebediyete kadar
yaşayacağını ve dalgalanacağını belirtir. Bundan zerre kadar şüphesi yoktur.
Milli Mücadele'nin zafere ulaşması işte bu sarsılmaz imânın sonucudur.
Şair ikinci kıt'ada bayrağa seslenir. Bayrak
canlı dır. İkinci şahıstır. Hatta sevgilidir. Uğruna can verilen bir sevgili.
Onun kaş çatışı bile âşıkını elemlere sürükler. Lirizmin sadece aşk şiirlerine
has olmadığını Akif'te görürüz. Akif şiirimize vatanî-millî lirizmi
getirmiştir. Bayrak sevgilinin yüzüdür, hilâl ise kaşı. Ve o, bütün milletin
-kahraman bir ırkın- sevgilisidir. Kızgınlık ve öfke bu sevgiliye yakışmaz.
Onun gülümsemesi âşıklarına can verir, kahramanlıklarına kahramanlık katar.
Şairin bayrağı ikinci şahıs ve canlı bir varlık olarak kabul ettiğini
söylemiştik. Her şahsın mutlaka zayıf bir yönü vardır. Akif, bayrağın bu yönünü
yakalar. Kahraman ırka gülmediği takdirde, bu milllet onun uğrunda döktüğü
kanlan kendisine helâl etmeyecektir. Bayrak, rengini bu kanlardan almıştır.
Dolayısıyla Türk milletine borçludur. Son mısra hem millet hem de bayrak için
bütünlüğü temsil eder. Milletin, ye'se kapılmasına, bayrağın da yüzünü asmasına
sebep yoktur. Çünkü Hakk'a (Allah'a) tapan bu millet, istiklâli "hak"
etmiştir.
Üçüncü kıt'ada Akif'in diliyle Türk tarihi,
Türk kahramanlığı ve Türk'ün yılmaz karakteri konuşur. Bu dörtlükten itibaren
şiirin sonuna kadar, dalga dalga mefahir bütün ruhları doldurur. 1921
Türkiye'sini düşününce bu mısralardaki lirizm ve destanı hava kendini daha
fazla hissettirir. Çıkmazlar ve imkânsızlıklarla dolu bir devirde böyle
haykırabilmek Akif'e ve Türk milletine mahsustur.
Türk milleti bu kıt'ada Akif'le beraber
"tok bir ses" olur. Hürriyetini ve karakterini dünyaya haykırır. Türk
milletini esir etmek düşüncesi bile korkunçtur. Bu hayale kapılanın başına
türlü belâların gelmesi mukadderdir. Yine bu hayale ancak çılgınlar
kapılabilir. Kıt'anın son iki mısraında Türk tarihinin karakterini buluruz. Türk
tarihi hakikaten "kükremiş sel" özelliğini gösterir. Bu sel
Altaylar'dan Tuna'ya, gittikçe coşarak ulaşır. İki uç nokta arasındaki coğrafî
yapı göz önüne alınırsa, "Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım"
mısraının, bahsettiğimiz özelliği dile getirdiği görülür. Durmamak, devamlı
hareket hâlinde olmak Türk'ün karakteridir. Bunu dilimizde fiillere,
destanlarımızda olaylara ve özlemlere bakarak söylemek mümkündür. Oğuz Kağanın
"Daha deniz, daha müren (ırmak) / Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)"
sözleri, aynı ruhun, tarihin ilk devirlerinden itibaren Türklerde var olduğunun
delillerindendir.
Dördüncü kıta Batı âlemi ile Türklüğün
mukayesesidir. Şair yine milletiyle bütünleşmiş hâldedir. Batı çelik zırhlarını
kuşanmış, âlemin iftihar vesilesi olması gereken bir milleti,
"medeniyet" adına boğmak için saldırmaktadır. Yedi düvelin teknik ve
sayı üstünlüğü, göğsü imân dolu Mehmetçik karşısında kırılmaya mahkûmdur. Akif
ikinci mısradaki bu duygusunu Çanakkale Şehitleri'nde "Alınır kal'a mı göğsündeki
kat kat imân" şeklinde söyler. Batının madde planındaki üstünlüğü, manevî
kuvveti yenmeye yetmemiştir. Akif bu manadaki "medeniyet"! canavara
benzetir. Çanakkale'de aynı fonksiyonu icra etmiş ve yüz binlerce vatan
evlâdının canına kıymış medeniyet de aynı canavardır. O vakitler
"kahpe"dir, "hakikat'tir, "yüzsüz"dür. Akif'in bu
hükmünü ispatlarcasına o canavar, aradan daha beş sene geçmeden, bütün
korkunçluk ve vahşîliğiyle Türk vatanının üzerine saldırmıştır.
Bu kıt'anın son iki mısraının açıklanışında
yer yer ihtilâflar meydana gelmektedir. Üçüncü mısraın başındaki
"Ulusun!" kelimesi, mısraların sonraki kısımlarından kopuk olarak
düşünülmekte ve yanlış yorumlara varılmaktadır. Bu bakımdan son iki mısraın
nesre çevrilmiş şeklini vermekte fayda görüyoruz. "Ulusun! Korkma!
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar böyle bir imânı nasıl boğar?"
Mısralardaki mana gayet açıktır: Medeniyet
canavara benzetilmiştir ve onun her çeşit silahıyla çıkardığı sesler, bir
canavarın ulumasını hatırlatır. Yani kelimenin kökü "ulu" ismi değil,
"ulumak" fiilidir. Kaldı ki İstiklâl Marşı'nın birçok yerinde
rastladığımız tenasüp sanatı bu mısralarda da mevcuttur. "Ulumak, korkmak,
boğmak ve canavar" kelimeleri arasında tenasüp (uygunluk) vardır.
Saldırgan medeniyet, can çekişmekte olan ve
can havliyle son saldırışlarını yapan, tek dişi kalmış (ihtiyarlamış, ölmek
üzere) bir canavarı andırır. Şiirin bütününde görüldüğü gibi, burada da millete
ümit ve cesaret aşılanır. O canavar ne kadar ulursa ulusun, sen korkma, cesur
ol! Zira onun bu sesleri, ölmek üzere ve hatta eceli senin elinle gelecek olan
tek dişi kalmış bir canavarın feryatlarıdır. Ve bu canavarın gücü, senin
göğsündeki imânı boğmaya yetmeyecektir.
İstiklâl Marşı ümit ve cesaret şiiridir desek
yanlış olmaz. İlk mısrada başlayan bu özellik, şiirin sonuna kadar dozu artarak
devam eder. Ve nihayet Türk milletini kayıtsız şartsız zafere ulaştırır.
Kıt'alar arasındaki duygu bağlantısı çok kuvvetli ve istikrarlıdır. Cephede
verilen savaşın stratejisi âdeta şiirde de uygulanır. Cephedeki askerin
zaferden emin psikolojisi, marşın duygu yönünü meydana getirir.
Akif beşinci kıt'ada askere yapması gerekeni
değil, zaten onun yapmakta olduğunu hatırlatır. Kıt'anın ilk iki mısraı,
savaşan iki tarafın manevî durumlarını ve sıfatlarını da içinde taşır. Türk
yurduna saldıranlar "alçak, hayâsız ve zalim", müdafaadakiler ise
göğüsleri iman dolu mazlumlardır. Kıt'anın son iki mısraı, imanın karşılığı
olan "zafer' müjdesini verir. Allah, kitabında inananlara zafer
vadetmiştir. Zaferin yakınlığı müminlerin gayretine ve kahramanlığına bağlıdır.
Şair birçok kıt'ada Türk'ün bu özelliği üzerinde durmuştu. Artık kesin kanaati
teşekkül eder ve zaferin yarından daha yakın olduğu hükmüne varır.
Akif, sonraki üç kıt'ada vatan fikri üzerinde
durur. Vatan alelade toprak değildir. Onun altında binlerce kefensiz (şehit)
yatmaktadır. Toprağı vatan yapan, o şehitlerin kanlarıdır. Askerlikte en
.yüksek rütbe şehitliktir. Ve bu herkese nasip olmaz. Vatan uğrunda bizim kadar
şehit veren millet yoktur. Her karış toprak şehitlerle doludur. Öyle ki
"Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda'" mısraında söylenildiği
gibi, insan avucuna biraz toprak alıp sıksa, ondan binlerce şehit fışkırır.
İnancımıza göre şehitler cennete giderler.
Bağrında bu kadar çok şehit barındıran toprağın cennetten farkı yoktur. O bizim
dünyadaki cennetimizdir: Vatanımızdır. Âkif bu noktada vatanı için canı dahil
her şeyini feda etmeye hazırdır. Allah'tan, dünyada kendisini vatanından
ayırmamasını diler. Canını, sevdiklerini, her şeyini vatan uğrunda kaybetse
bile, vatan toprağında yatmak mükâfatı ona yeter.
Akif ve vatanları uğrunda çarpışarak
hayatlarını veren Mehmetçiklerin, hatta Millî Mücadele'ye katılanların
dilekleri, kendileri öldükten sonra bile aynıdır. Vatana yabancı girmesin,
mabetlerimizin göğsüne onların kirli elleri değmesin. Ve en önemlisi ezanlar
susmasın. Ezan sesleri ebediyen Türk semalarında inlesin. Çünkü o ezanlar Millî
Mücadele'nin de mihveri olan Kelimeişahadet'i, günde beş vakit minarelerden
alıp sonsuzluk âlemine götürürler.
Bilindiği üzre ezanın Allahüekber'den sonra
gelen "Eşhedü en lâilâhe illallah (şahitlik ederim kî Allah'tan başka ilâh
yoktur.) ve "Eşhedü enne Muhammede'n-resûlullah" (şahitlik ederim ki
Muhammed, Allah'ın peygamberidir.) kısımları İslâmiyetin temeli olan
Kelimeişahadet'i ifade eder. Bu bakımdan ezanlar günde beş vakit, ülkenin
Müslüman olduğuna şahitlik yapar. Yahya Kemal'in "Ezansız Semtler"
başlıklı yazısında belirttiği gibi, ezanın yeni yetişen nesiller üzerindeki
etkisi çok önemlidir. Çocuk, farkında olmadan kendini o ilâhî âlemin içinde
bulur.
Bu istek gerçekleştiği takdirde, hayatta
kalanlarla birlikte şehitler, hatta -şayet varsa- onların mezar taşları bile
sonsuz sevince kapılıp, şükür secdesine kapanacaklardır. Mezar taşları bile
canlanacaktır. Akif burada cansız varlıklara beşerî vasıflar yükler. Toprak
altındaki şehitler âdeta yeniden hayat bulurlar ve yaralarından kanlı, ama
sevine yaşları boşanır. Sevincin etkisi bu kadarla da kalmaz, toprak altındaki
şehit naaşları da bu sevince kapılarak, mücerret ruhlar hâline dönüşürler.
Nihayet Yahya Kemal'in Akıncı şiirindeki mısralarında ifade edildiği gibi
"Yerden yedi kat Arş'a kanatlanırlar."
Şair incelediğimiz dokuz kıt'a boyunca,
imanını bir an olsun kaybetmeden, bir an bile ümitsizliğe düşmeden, derece
derece zaferi yakalar. Artık bayrak hür, millet müstakildir.
Birinci kıt'adaki bayrak tasviri ile, son
kıt'adaki arasında tezat vardır. İlk kıt'ada bayrak, karanlığı haber veren
şafak anındaki güneşin allığında yüzmektedir. Yüzmek, insana suyu tedai
ettirir. Bu noktada bayrak, milletin gönlündeki istiklâl ateşidir de, düşman
denizi içinde sönüverecekmiş gibi görülür. Ama Akif, şiirinin dokuz kıt'asında
bunun sadece görüntüden ibaret bu lunduğunu empoze etmiş, gerçeğin hiç de
göründüğü şekilde olmadığını söylemiştir. Çeşitli savaşlara girip, zaferle
çıkan bayrak (istiklâl ateşi) işte nihayet kesin sonuca ulaşmıştır. Şan
kazanmıştır.
Birinci kıt'adakî nazlı hilâl, son kıt'ada
şanlı hilâle dönüşmüştür. Yeni, aydınlık ve hür ufuklar, şanlı hilâlin
dalgalanışı ile süslenecektir. Son kıt'adaki şafak kelimesi de sabahleyin
güneşin doğuş anındaki kızıllığı ifade eder. Bu vakit gündüzün, aydınlığın
özetle kesin zaferin müjdecisidir. Sabah vaktinin huzuru, ümidi, temizliği ve
sükûnu bayrağa izafe edilir. Bayrak artık şafaklar gibi şanlı, dalgalanacaktır.
Kahraman ırka "çehre çatmak" da söz konusu olmadığına göre, onun
uğruna dökülen kanlar kendisine helâl edilebilir. Zira bundan sonra ebediyete
kadar, bayrağa ve Türk milletine yok olma, yere düşme, yeryüzünden silinme
şeklinde bir tehlike yoktur. Bayrak ve millet, bu yaşama hakkını tarihleri ve
verdikleri son imtihan sonucu hak etmişlerdir. Türk bayrağı ezelden beri hür
yaşamıştır, bundan sonra da hür yaşamak hakkıdır. Türk milleti Allah'a olan
imanıyla, bağlılığıyla asırlardır istiklâlini korumuş ve bu defa da ezan
seslerini susturmamıştır. Öyleyse İstiklâl içinde bulunmak onun da hakkıdır.
Kısaca İstiklâl Marşı, millî karakterimizi,
tarihimizi, imanımızı, Millî Mücadele günlerinin heyecanını içinde taşıyan, o
günleri ve o günleri yaşayanların duygularını nesilden nesile aktaracak olan
emsalsiz bir abidedir. Çanakkale Savaşı'nı abideleştiren Akif, Millî
Mücadele'ye de İstiklâl Marşı abidesini hediye etmiştir. İstiklâl Marsı sadece
duygu yönünden değil, şiir sanatı yönünden de büyük değere sahiptir. Bu da ayrı
bir yazı konusudur.
stiklâl Marşı, Cumhuriyet'in
ilânından önce 1921 yılında yazılmış olmakla beraber, Cumhuriyet'i müjdeler ve
millî marş olarak kabul edildikten sonra, hemen her gün tekrarlandığı için,
Atatürk ile beraber Cumhuriyet devrinin sembolü olur.
Bu devirden sonra yetişen
bütün nesillerin daha ziyade merasim dolayısıyla kendisine has bestesi ile
söyledikleri bu marş, şiir olarak da üzerinde durulmaya değer.İstiklâl Marşı'nı
değerlendirirken, yazıldığı devri göz önünde bulundurmak lâzımdır. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin 12 Mart 1921 tarihinde dört defa ayakta dinleyerek
İstiklâl Marşı olarak kabul ettiği bu şiir, o yılların kutsal ve heyecanlı
havası ile doludur. Onu o devir Türk edebiyatının en büyük sairlerinden biri
olan Mehmet Akif yazmıştır. Mehmet Akif bugün, şiirlerinde sosyal duyguları
anlatan, söylediklerini gerçekten duyan bir şairdir. İstiklâl Savaşı'na bütün
varlığı ile katılan Akif, bu savaşa iştirak edenlerin duygu ve inançlarına
bizzat sahip olduğu için, onlara en iyi tercüman olmuştur. Şiiri söyleyen Akif
olmakla beraber, aslında o, kendi beni ile birleştirdiği Türk milletinin duygu
ve inancını dile getirir. Burada Akif'in yaptığı,o yıllarda en olgun seviyeye
ulaşan şiir kudretiyle bu ortak imana, bütün milletin benimseyebileceği bir
şekilde üslûp ve ifade vermek olmuştur.
Bazı kelime ve mısralardan da
anlaşılabileceği üzere, o tarihte henüz İstiklâl Savaşı kazanılmamıştır. Türk
ordusu bu şiir yazıldıktan bir yıl sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı Büyük
Taarruz'a geçer.
Düşman karşıda bulunduğu için
ordu ve millete cesaret vermek isteyen şair, manzumesine "Korkma!"
kelimesiyle başlar.
"Doğacaktır sana
vadettiği günler Hakk'ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da
yakın;"
mısraları da ümitle bekleyişi ve geleceğe
imanı gösterir. Şiirde şanlı mazi ve ebedî bir istikbal fikrine de yer
verilmekle beraber, yaşanılan zaman, kan ve barut kokusuyla dolu olan
hâlihazırdır.
İstiklâl Savaşı, Türk
milletinin ölüm-kalım savaşıdır. Böyle yıllarda milletler kendilerini yaşatan
temel kıymetlerin farkına varırlar. Vatan, millet, hürriyet ve istiklâl gibi
kavramların önemi, barış devirlerinde pek anlaşılmaz. Hatta onları
umursamayanlar bile çıkar. Fakat bir milleti ölüm ile karşı karşıya bulunduran
savaş, onların ne kadar hayatî olduğunu kuvvetle hissettirir. Bunlar öyle
kıymetlerdir ki, onlar olmadan yaşayamaz. Bundan dolayı millet, onlar uğruna
ölümü göze alır. Binlerce insan onlar uğruna öldüğü, yaralandığı veya sakat
kaldığı için kutsal bir değer kazanırlar.
Akif, İstiklâl Marşı'nda Türk
milletinin ne için savaştığını, neye inandığını açık ve seçik bir şekilde
ortaya koymuştur. Şiirde bu değerler, bazen sanatkârane bir ifadeye
bürünmüşlerdir. Şiiri tahlil ederken bunlar üzerinde de durarak mana ve
fonksiyonları açıklanacaktır.
Birinci dörtlükte bahis
konusu olan "al sancak"tır. Al sancak, Türk milletinin sembolüdür.
Burada şair, fikrini anlatırken onun uyandırdığı hayal ve çağrışımlardan da
faydalanmıştır. Türk bayrağının al rengi şairde bir alev intibaı uyandırmıştır.
Bu alev "sönmez" Zira onun çıktığı kaynak her Türk ailesinin evinde
yanan ocaktır. Yurdun üstünde tüten en son ocak kaldıkça, bu bayrağın alevi bu
şafaklarda dalgalanacaktır. Akif, bu benzetmeyle "bayrak" ile
"millet" arasındaki bağlantıyı sanatkârane bir şekilde ifade
etmiştir.
Türk bayrağında dikkati çeken
ikinci sembol yıldızdır. İkinci beyitte şair, bu yıldız ile gökteki yıldızı
birleştirir. Gökteki yıldıza kimsenin eli dokunamayacağı gibi, "Türk
milletinin yıldızı" olan al bayrağın yıldızına da kimse el süremez. Yıldız
kelimesi, aynı zamanda kader, talih manalarına da gelir, Akif'in bu hayallerle
belirtmek istediği, Türk milletinin ölmezliği fikridir. O, ordu ve millete
"Korkma!" derken böyle bir inançtı dayanır.
İkinci dörtlükte Türk
bayrağının üçüncü sembolü olan "hilâl" den hareket edilmiştir. Hilâl
kelimesi eski Türk edebiyatında sevgiliye benzetilir. Türk bayrağındaki ay
(sevgili) tehlikeler içinde bulunduğu ve kendisini sevenlerden fedakârlık
beklediği için. kaslarını çatmıştır. Eski Türk edebiyatında sevgilinin kaşı
umumiyetle aya benzetilir. Şair burada, vatanın timsali olan sevgiliye (hilâle)
gülmesi için yalvarır. Bu millet, onun uğruna on binlerce şehit vermiştir.
Yoksa o dökülen kanlarını helâl etmez.
"Hakkıdır Hakk'a tapan
milletimin istiklâl"
mısraında "Hak" kelimesi iki manada
kullanılmıştır. Birinci manaya göre Hak, Tanrı manasına gelir. Müslüman olan
Türkler ona taparlar. Hak kelimesinin öteki manası hak-hukuk deyiminde
görüldüğü üzere, adalet ile ilgilidir. Hak aynı zamanda yapılan bir iş,
fedakârlık veya durum karşılığı alınması gereken paydır. Akif bu beyitte
İstiklâl kavramı ile Hak (Tanrı ve adalet) kavramı arasında münasebet
kurmaktadır. İslâmiyetin en mühim yönlerinden biri, adalete üstün bir değer
vermesidir. Hak kelimesinin iki veya üç mana ka zanmasının sebebi budur.
Milletler yüksek kıymetlere inandıkları ve bağlı bulundukları takdirde
istiklâle hak kazanırlar. Bahis konusu mısra böyle bir inanca dayanıyor.
Üçüncü kıt'ada
"hürriyet" kavramı bahis konusudur. Burada şair "ben"
kelimesini kullanmakla beraber, kastolunan Türk milletidir. Şair, burada Türk
mîlletini konuşturmaktadır. Türk milleti ezelden beri hür yaşamış ve hür
yaşamaya alışmıştır. Ona zincir vurulamaz. Böyle bir şey yapılmaya kalkıldığı
takdirde, o, sel gibi taşarak, bendini çiğner ve aşar. Anadolu Türk devleti
gerçekten de 1071 Malazgirt Zaferi'nden bugüne kadar daima hür ve müstakil
olmuştur. Hür yaşamak, Türk devlet ve milletinin varlığı ile birdir. Ondan
mahrum kalmak bundan dolayı ona ağır gelir, onu çıldırtır. Bu parçada millî bir
değere bağlı olan millî iradenin gücü, tabiattan alınan benzetmelerle ifade
olunmuştur. Hürriyetin başlıca özelliği sınır tanımamaktır. Yahya Kemal de,
Açık Deniz şiirinde Türk milletinin hür yaşama iradesini coşkun deniz sembolü
ile anlatır.
Dördüncü kıt'ada savaşan iki
taraf, Türk milleti ile düşmanlar mukayese edilmiştir. Garp (Batı) maddî
silâhlarının üstünlüğüne güvenerek Türkiye'ye saldırmıştır. Düşmanların bu
maddî üstünlüklerine karşı, Türklerin hiçbir şey ile sarsılmayan
"iman"ları vardır, îman, insanın taşıdığı manevî inançların
bütünüdür. İnsanı üstün kılan maddî gücü değil, îmanıdır. Zira îman olmazsa
maddî güç, başarı kazanamaz. Manevî değerlere dayanmayan maddî güç, insanî bir
değer taşımaz.
Şair, hiçbir hakkı olmadığı
hâlde başka milletlere saldıran sözde medenî Batı'yı "tek dişi kalmış
canavar"a benzetiyor. "Tek dişi kalmış" demesinin sebebi, onun
dehşet verici gözükmesine rağmen, eski gücünü kaybetmiş olmasıdır. Burada bütün
vahşîliğine rağmen, kendisini "medenî" diye tanıtan Batı ile bir alay
da vardır. Devletler sadece maddî güçleriyle üstün gelmezler. Tarihî olaylar
bunu göstermiştir. Sömürgeci Batı'ya karşı, başta Türkler olmak üzere ezilen
bütün milletler isyan etmiştir ve Batı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra
üstünlüğünü kaybetmiştir. Bu bakımdan Mehmet Akif'in onu "tek dişi kalmış
bir canavar"a benzetmesi yerindedir.
Bu parçada
"ulusun..." kelimesi bazıları tarafından yanlış olarak
"ulu" (büyük) kelimesiyle karıştırılmaktadır. Burada "Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak, varsın ulusun, onda artık korkulacak
bir taraf kalmamıştır" demek istemiştir.
Beşinci kıt'ada düşmanla
savaşan askere hitap ediliyor. Ordu dayanırsa zafer muhakkaktır. Bu parçada
geleceğe büyük bir inançla bakılmaktadır. Tanrı, Türklere (Müslüman) ebedî bir
hayat vadetmiştir. İstiklâl Savaşı'nın kazanılmasında dinî inancın büyük rolü
olmuştur. Bunu o devre ait pek çok vesikadan anlamak mümkündür. Akif, burada
Türk milletinin inancını dile getirmektedir. Akif‘in kendisi de vatanına çok
bağlı bir Müslümandı. İslâmiyet, iyimser bîr dindir. Ona iman edenler ebedî bir
hayata kavuşurlar.
Altıncı kıt'ada
"vatan" bahis konusudur. Dış görünüşü bakımından vatan bir
"toprak" parçasıdır. Fakat bu toprak parçası, milletin tarih ve
hayatına sımsıkı bağlıdır. Onu kutsal kılan maddî yönü değil, millet ve tarih
ile olan münasebetidir. Bu vatan, binlerce şehit tarafından kazanılmış ve
korunmuştur. Bundan dolayı, ona bakarken toprağı değil, ona gömülü olan
şehitleri görmelidir. Dünyada hiçbir şey vatan kadar kutsal ve değerli
değildir.
Yedinci parçada yine
"vatan" kavramı bahis konusudur. Burada da vatan ile şehitler
(şühedâ) arasındaki münasebet üzerinde durulmuş, son beyitte vatana bağlılık
duygusu başka bir şekilde anlatılmıştır. Bir insan için en büyük yoksulluk,
vatanından uzak (cüda) kalmaktır. İnsan kendi canını veya sevgilisini
kaybederse, vatan ve milletin var olacağı düşüncesiyle teselli bulur. Vatanını
kaybederse, milletinin varlığı da tehlikeye düşer.Burada vatanın can ve
canandan (sevgiliden) da üstün bir değer taşıdığı inancı vardır. İnsan, böyle
bir inanca sahip olmazsa vatanı için ölümü göze alamaz.
Sekizinci ve dokuzuncu
kıt'alar birbirine bağlıdır. Burada "din" bahis konusudur. Akif'in
bir Müslüman olarak Tanrı'dan istediği en büyük şey mabedine yabancıların el
dokundurmaması ve dinin temeli olan kıymetlere şahadet eden ezanların yurdun
üzerinde ebedî olarak işitilmesidir."Bu ezanlar ki şahadetleri dinin
temeli" mısraında "şahadet" kelimesi şahitlik manasına geldiği
gibi ezanda geçen "Eşhedü en lâilâhe illallah, Eşhedü enne Muhammeden
abdühü ve resûlühü" cümlelerine de tekabül eder. Bunlardan birincisi
"Şüphesiz bilirim, bildiririm, Allah'tan başka tapacak yoktur",
ikincisi "Şüphesiz bilirim, bildiririm, Muhammed Allah'ın elçisidir"
manalarına gelir. Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için
"Kelimeişahadet" denilen bu cümleleri tekrarlaması ve onlara inanması
lâzımdır. Müslüman ülkelerde günde beş vakit okunan ezan ile İslâmiyetin
temelini teşkil eden bu cümleler tekrarlanır. Elin başparmaktan sonra gelen
parmağına şahadet parmağı denilir. Konuşamayacak olan hastalar içlerinden dua
ederken şahadet parmaklarını kaldırırlar. Minareler, göklere uzanmış şahadet
parmağına benzer. Akif, şiirinde buna da telmih ediyor. Açıkça söylemeden
herkesin bildiği bir şeyi sezdirmeye "tevriye" adı verilir. Akif'in
bu mısraında "telmih" ve "tevriye" sanatları vardır.
İstiklâl Savaşı'nda din
duygusunun önemli bir rol oynadığını söylemiştik. Türk tarihinde
"din", "vatan", "millet" ve "istiklâl"
duyguları yüzyıllar boyunca birbirine bağlı olarak yaşamış ve gelişmiştir.
Akif'in anladığı ve Safahat'ta ortaya koyduğu İslâm dini, en yüksek kıymetlere
dayanır. Gerçekten de Türk devletinin var olmasında İslâmiyetin büyük rolü
olmuştur. Onun temelindeki "birlik" (vahdet), "hak"
(adalet), "ezeliyet" ve "ebediyet" fikri "devlet-i
ebed-müddet" veya ölmezlik inancını doğurmuştur.
Dokuzuncu parçada konuşan
şehittir. Din uğruna savaşan asker, kendi Öldükten sonra ezan seslerini
işitirse, mezarından kalkarak, yarasından kanları aka aka, her şeyden soyunmuş
bir ruh gibi göklere yükselir ve başı arşa değer. İslâm dinine göre şehitler
doğrudan doğruya cennete giderler. Bundan dolayı, onlar din ve vatan uğruna
ölmekten korkmazlar.
Onuncu ve sonuncu parça,
şiirde ortaya konulan fikir ve inançların bir nevi özetidir. Burada da milletin
ölmeyeceği, ebedî olarak yaşayacağı inancı vardır.
İstiklâl Marşı'nda bazı
duyguları kuvvetli olarak belirtmek maksadıyla kullanılan benzetmeler, halkın
zevkine uygundur ve bizde süslü, yapmacık tesiri uyandırmazlar. Şiir, dil ve
üslûp bakımından umumiyetle sadedir. Aruz veznine kuvvetle hâkim olan Akif,
mısralarına bir konuşma ve hitabet edası vermiştir. Başka şiirlerinde nesre
yaklaşan Akif, burada kıt'aların dört mısraını da kendi içlerinde arka arkaya
gelen dört sağlam kafiyeye oturtmak suretiyle muhtevaya uygun, basit olmakla
beraber, kuvvetli bir ahenk sağlamıştır. Bunu yaparken belki de halkı ve
Mehmetçik'i düşünmüştür. Dil ve şekil bakımından şiire hâkini olan düşünce;
kuvvet, güven duygusu, sağlamlık ve sadeliktir. Bunlar Türk halkı ve askerinin
temel vasıflarıdır.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan. Türk
Edebiyatı, Aralık 1986
23 Nisan 1920’ de Türkiye
Büyük Millet Meclisi açılır. 1920 yazı içinde ülke topraklarının büyük bir
bölümü işgal altındadır. Ankara düzenli bir ordu kurma çalışmaları içindedir.
İstanbul Hükümeti Mondros Ateşkes hükümleri gereğince orduyu terhis etmiştir.
Yeni bir ordu kurma çalışmalarında ise sayısız güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
Meclis hükümeti yeni bir ordu kurarken bu
orduyu ayakta tutacak, ona moral verecek güçleri de harekete geçirme
çabasındadır. Yayınlanan gazeteler halkı işgal güçlerine karşı direnmeye,
birlik olmaya, cesaret vermeye uğraşmaktadırlar. Gazete ve dergilerden önemli
miktarları hükümet tarafından satın alınarak cephelere yönlendirilmekte,
mitingler düzenlemekte ve camilerde vaazlar verilmektedir.İstiklal Marşı da
halkın ve ordunun moral gücünü yükselteceği düşünülerek gündeme getirilmiştir.
Dönemin eğitim bakanı Rıza Nur hatıralarında
marş yarışmasını kendisinin açtırdığını yazar:”Yüce ihtilal ve savaş günleri.
Böyle zamanlarda milletler en güzel milli marşlarını yaparlar.Bir milli marşın
güfte ve bestesini yapana beş yüz lira maddi mükafat vereceğimi ilan ettim.”
Gazetelerde ise İstiklal Marşı yarışması şöyle
duyurulur:“Şairlerimizin dikkatine:
Milletimizin dahili ve harici İstiklal uğruna
girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklal Marşı. Umur-u
Maarif Vekili Celilesi’ nce müsabakaya vazedilmiştir.İşbu müsabaka, 23 Kanun-u
evvel sene 36 tarihine kadar olup bir heyeti edebiye tarafından,gönderilen
eserler arasından intihap edilecektir ve kabul edilen eserin güftesi için beş
yüz lira mükafat verilecektir.
Ve yine laakal beş yüz lira tahsis edilecek
olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar
Ankara’ da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekaletine yapılacaktır.”
Büyük Millet Meclisine ve Mustafa Kemal ‘e
muhalif Peyami Sabah gazetesi “Milli marş tanzim ediyeler” başlığı ile verdiği
haberde “Dün gelen Anadolu gazetelerinde Ankara Maarifi vekaletinin garip bir
ilanı nazarı dikkatimizi cezp etti.” sözleriyle okuyucularına duyurur.
Son şiir gönderme tarihi olan 23 aralık 1920’
den sonra Eğitim Bakanlığı güfteleri incelemiş ancak içlerinde İstiklal Marşı
olabilecek bir eser bulamamıştır. Bakan Hamdullah Suphi, Mehmet Akif ‘in marşa
ödül koyulması nedeniyle katılmadığını öğrenince şaire yazdığı mektupta ödül
konusunun uygun bir şekilde çözümlenebileceğini ve yarışmaya katılmasını belirtir:
"Pek aziz ve muhterem
efendim;
İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya, iştirak
buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı
üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husulü için son çare
olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız.
Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç [heyecanlanma] vasıtasından mahrum
bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve
tekrar eylerim efendim."
5 Şubat 1337 [1921],
Umur-u Maarif Vekili
Hamdullah Suphi
Mehmet Akif, Büyük Millet
Meclisinde Burdur Milletvekilidir.
İlk şiirlerini okul
sıralarında kaleme alan Akif bütün çağdaş aydınlar gibi Abdülhamit’ in
istibdadına kin duyarak yetişir. Meşrutiyet ilân edilince de İttihat ve Terakki
Partisine girer. Birkaç ay sonra da Darülfunun edebiyat müderrisliğine
getirilir.
Akif 1908’ de açılan fikir ve sanat
hareketinin içinde yer alarak daha önceleri yayımlayamadığı şiirleri
Sebilürreşat’ta yayınlamaya başlar. Bu ilk şiirlerinde İstanbul’daki sefaleti
gerçekçi bir biçimde betimler. İlk kitabı 1911’ de Safahat adıyla yayımlanan
Akif’in ikinci kitabı olan “Süleymaniye Kürsüsünde 1912 de üçüncüsü “Hakkın
Sesleri” 1913’ te , dördüncüsü “Fatih Kürsüsünde aynı yıl, beşincisi “ Hatıralar”
1917’ de yayımlanmıştır. İstiklal marşını yazdığı sıralarda altıncı kitabı olan
“ Asım” üzerinde çalışmaktadır.
Şiirlerinde, imparatorluğun kaybettiği
topraklar için gözyaşı döken Akif, milleti birleşmeye, hayasız saldırılara
karşı koymaya çağırır. Akif 1912 yılı sonlarında askerleri şevke getirmek için
bir marş yazar:Cenk Şarkısı.
10 dörtlükten oluşan bu manzume Sebilürreşat
dergisinde yayımlanır.
Ey sürüden arta kalmış yiğit!
Arkadaşın gitti, yetiş sen de git.
Bak ne diyor cedd-i şehidin işit;
Durma git evladım, uğurlar ola!
Durma git evladım açıktır
yolun.
Cenge sıvansın o bükülmez kolun;
Süngünü tak ön safa geçmiş bulun.
Uğrun açık olsun uğurlar ola!
Yerleri yırtan sel olup
taşmalı,
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı.
Haydi git evladım, uğurlar ola!
Düşmana çiğnetme bu
toprakları,
Haydi kılıçtan geçir alçaktarı!
Leş gibi yatsın kara bayrakları,
Kahraman evladım uğurlar ola!
Almanların daveti sonucunda Aralık 1915’ te
Osmanlı Hükümeti Almanya’daki Müslüman esirler arasında İngilizlerin aleyhine
propaganda yapmak için gönderdiği birkaç kişinin içinde Mehmet Akif de vardır.
Akif Almanya’ da bulunduğu sırada ünlü
şiiri Çanakkale Şehitlerini yazar.
1920 yılı ocak ayında Mehmet Akif, Kuvayi
Milliye’ nin Ege’ deki merkezlerinden Balıkesir’ e gider. Akif burada halktan
aradaki ayrılık nedenlerini kaldırmalarını,düşmanlara karşı birleşilmesini
isteyip,halkı yurt savunmasına çağırır.
“Artık burada duracak zaman değildir,gidip
çalışmak lazım, bizim tarafımızdan halkı tanvire ihtiyaç varmış, çağırıyorlar,
mutlaka gitmeliyiz” diyen Akif meclisin açıldığı günlerde Ankara’ ya
gelir.Meclisin önünde Akif’le karşılaşan Mustafa Kemal “ Sizi bekliyordum
efendim, tam zamanında geldiniz.” der.
Akif Ankara’ ya geldiğinde Anadolu iç
isyanlarla karşı karşıyadır.
Kurtuluş Savaşı sürerken Akif Kastamonu
camilerinde yaptığı konuşmalarda Müslümanların birliğe, düşmana karşı savaşmaya
ve mücadeleye çağırır. Bu konuşmaların yayımlandığı dergi ve gazeteler Anadolu’
nun bütün illerinde, sancaklar ve kazalardaki idarecilerle toplantı yerlerinde
okutturulur.
Kitaplar,broşürler şeklinde yeniden basılarak
cephelere, köylere dağıtılır.
24 Aralık 1920’ de Kastamonu’ dan Ankara’ ya
gelen Mehmet Akif ve Eşref Edip, Mustafa Kemal tarafından davet edilirler.
İstasyondaki çalışma yerinde bir saat kadar süren bir görüşmeden sonra Mustafa
Kemal şöyle der:
“Kastamonu’ daki vatanpervane mesainizden çok
memnun oldum.Sevr Muahedesi’ nin memleket için ne kadar feci bir idam hükmü
olduğunu Sebilürreşat kadar hiçbir gazete memlekete neşretmedi. Manevi
cephemizin kuvvetlenmesine Sebilürreşat’ ın büyük hizmeti oldu.İkinize de
bilhassa teşekkür ederim.
Aralık 1920 sonlarına doğru Ankara’ya gelen
Akif eğitim bakanı Hamdullah Suphi ‘ nin 5 şubat 1921 tarihli mektubuyla aldığı
İstiklal Marşı siparişi için şimdilerde müze olan Hacettepe’ nin arkasındaki
Tacettin Dergahındaki odasına çekilerek marşı yazmaya başlar.
İstiklal Marşı 17 şubat 1921 tarihinde
Hakmiyeti Milliye Sebilürreşat ta yayınlanır.Açık Söz gazetesi ise marşı süslü
bir çerçeve içinde birinci sayfaya koyarken şu açıklamayı yapar:” Her mısrada
Türk ve İslam ruhunun ulvi mübarek hisleri titreyen bu abide-i sanatı, kemal-i
hürmet ve mübahatla (övünçle) derc ediyoruz.
İlk yayınından 12 gün sonra da Konya’ da Öğüt
gazetesinde yer alan İstiklal Marşına karşı Anadolu gazetelerinin olumlu bir
yaklaşım içinde oldukları görülmektedir. İstiklal Marşı 12 Mart 1921 günü kabul
edilir.
Paltosu olmayan Akif kazandığı beş yüz liralık
ödülü yoksul kadın ve çocuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için
kurulan “Darülmesai “ ye bağışlar.
İstiklâl mücadelesinin
başladığı ilk günlerden itibaren gazete yazılarıyla, vaazlarıyla, hutbeleri ve
şiirleriyle halkın mücadele bilincine ulaşması için elinden geleni yapan Mehmet
Akif, İstanbul’da durmamış ve Anadolu’yu belde belde, köy köy dolaşarak bu
mücadelenin sadece Türk milletinin mücadelesi olmadığını, savaşın kaybedilmesi
durumunda İslam’ın da paymâl edileceğini anlatmıştır.
Halkın bilinçlenmesinde faaliyetleriyle büyük
emek sarf eden Akif, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Mebusu olarak
girmiş ve mücadelenin ruhunu, gerçek mahiyetini bu defa da halkın
mümessillerine anlatmaya çalışmıştır. Çünkü mebusların bir kısmı büyük ye’se
kapılmışlardır.
Mehmet Akif, Ankara’daki günlerini Taceddin
Dergahı’nda geçirirken, Garp Cephesi Kumandanlığı askerleri şevklendirecek bir
marş yazılmasını arzu etmiş ve Maârif Vekaleti (Eğitim Bakanlığı) bu hususta
bir yarışma düzenlemiştir. Kazanacak sanatkâra para ödülü verilecektir.
Yarışmaya 724 şiir gelmiştir. Fakat bunlar arasında, mücadele şuurunu istenen
idrak seviyesinde ve istenen belâgatta işleyen şiir yoktur. İstiklâl
mücadelesini ebedileştirecek mısralar, ancak mukaddes değerler uğruna yapılan
mücadelenin ruhunu taşıyan ve bunu bütün benliğinde hisseden bir kalemden
çıkabilirdi. İlk akla gelen Mehmet Akif’ti. Fakat para karşılığında hislerini
haykırmayı uygun bulmadığı için yarışmaya katılmamıştı. Ancak arzulanan şiir
bulunamayınca, zamanın Maârif Vekili (Eğitim Bakanı) Hamdullah Suphi, Akif’e
bir mektup göndererek katılmamasındaki sebebin ortadan kaldırılacağını Matlûb
şiiri vücuda getirmenin maksadın husûlü için son çare olduğunu ifade etti.
Memleketi bu müessir telkin ve tehlic vasıtasından mahrum bırakmamasını rica
etti. Bunun üzerine zafere en fazla inanmış ve bu inancı her fırsatta dile
getirmiş olan Akif, İstiklâl Marşı mücadelesini âbideleştiren şiiri yazmaya
başladı. İman ve ümit Akif’e marşı yazdıran iki temel muharrik güçtür. Taceddin
Dergahı’nda bir gece yarısı yaşadığı his yoğunluğu esnasında, rivayetlere göre
bir kalem aramış, bulamayınca da eline geçirdiği bir çiviyle bağımsızlık
heyecanının doruk noktasına çıktığı mısraları, hemen kaydetmek telaşıyla duvara
kazımıştır:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”
Rahmetli Ayhan Songar hocanın bir yazısında
naklettiği anekdot, İstiklâl abidesinin yazılış amacını bütün samimiyeti ortaya
ile koymaktadır. Akif, son günlerinde, hasta yatağında yatarken kendisine
İstiklâl Marşı için "Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?" diye
bir sual sorulmuş. Akif’in cevabı, bu marşın neyin destanı, neyin mahsulü olduğunu
anlatacak bir vecizedir:
Allah, bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı
yazdırmasın.
Ahmet Ziya YILDIZ
Rahat. Hazrol!
İnsan için en büyük zûl, kula kulluktur. İnsan
ne zaman bundan kurtulur, özgürlüğü teneffüs eder, yalnız Allah (c.c.)’a kulluk
ederse, o zaman mutludur, huzurludur. Özü gürledikçe vardır insan. İnsanın
özgürlüğü fıtrata uygunlukla mümkündür. Milletler için de durum aynıdır. Özgür
insanların oluşturduğu milletin de özgür olması gerekir. Millet bazında
bakıldığında, özgürlük kavramını en güzel ifadesiyle İstiklâl kelimesinde
buluruz.
İstiklâl, bedeli en yüksek bir kavram. Bir
mübarek mana... Uğrunda, gerekirse her şeyinizi vermeye, her dem hazır
olacaksınız ki, İstiklâl size yâr olabilsin. Bu millet, öyle bir felaketin
içinden öyle bir aşkla çıktı ki, istiklâl ona yâr oldu. Milletin bu haklı
mücadelesinden Mehmet Akif ERSOY’un İstiklâl Marşı doğdu.
İstiklâl Marşı, bir milletin mukaddesleri
uğruna ettiği yeminin manzum ifadesidir. Bu marş, şanlı geçmişimiz, umut dolu
istikbâlimiz ve lekesiz istiklâlimiz adına yazılmıştır. O, öyle bir şiirdir ki;
bugünü anlatırken dünü vurgular, dünü anlatırken de geleceğe yönelik kalıcı ve
şaşmaz ifadeler ortaya koyar.
İstiklâl mücadelesinin başlarında duyulan
ızdırap sonsuzdu. Millet kan ağlıyordu. Her vatan evladı bayrağından,
geleceğinden endişe duyuyordu. O günlerde: Düşman dört bir yandan memleketi
sarmış, İstanbul işgal edilmiş, İzmir gitmiş, Bursa düşmüş, Afyon
kaybedilmişti. Düşman Anadolu içlerinde ilerliyordu.
Acaba bütün Balkanlarda, Kafkaslarda ve dünkü
vatanımızın daha nice topraklarında olduğu gibi bu bayrak Anadolu’da bir gün
sönecek miydi? İşte Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nda yükselen erkek sesi,
vatan semalarında böyle bir zamanda gürledi:
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.”
Irkî bağ millet şuuruna kavuştuğunda anlam
kazanır. Millet olmanın önemi ve özelliği de İstiklâl Marşı’mızın iki yerinde
(biri bu kıta ve diğeri son kıtada) belirtilir. Bu, marşın özünü oluşturur:
"Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin
istiklâl"
Bu mısrada milletimizin hak ettiği şey
vurgulanır. Bu millet, Allah (c.c.)’a inanır. Bin yıldır İslam’ın
bayraktarlığını yapmaktadır. Böyle bir milletin sonsuza dek istiklâl ile
şereflenmesi elbette haktır. Üçüncü kıt’ada tarihin derinliklerine inilerek,
böyle özelliğe sahip bir millete asla esaret prangası vurulamadığı ve
vurulamayacağı gerçeği haykırılır:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Dördüncü kıta, Batı alemi ve bu alemin, bu
amacın dayanakları olan sosyo-kültürel ve ekonomik araçların tanımlaması
yapılır:
“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Erkan ÖZDEMİR
"Tam Bağımsızlık, bizim
bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve
tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti
hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat, netice olarak edindiğimiz görüş ve
iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış
adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde
mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar
Türkiye'yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse hep bu
hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma neticesi, mutlaka,
memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün yaşama kabiliyetinden soyunma
ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak
isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya
tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki
içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta
etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O
nokta, tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette
siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam
bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde
bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasıyla bütün
bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna
erişeceğimiz inancında değiliz."
1921 (Nutuk II, s. 623-624)
"Bağımsızlık ve
hürriyetlerini her ne pahasına ve her ne önemi karşılığında olursa olsun
zedeleme ve kısıtlamaya asla müsamaha etmemek; bağımsızlık ve hürriyetlerini
bütün mânasıyla koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son ferdinin son damla
kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte, bağımsızlık
ve hürriyetin hakikî mahiyetini, geniş mânasını, yüksek kıymetini, vicdanında
kavramış milletler için temel ve ölmez prensip! Ancak bu prensip uğrunda her
türlü fedakârlığı, her an yapmaya hazır milletlerdir ki, devamlı olarak
insanlığın hürmet ve saygısına lâyık bir topluluk olarak
düşünülebilirler."
1928 (Atatürk'ün S.D. II, s.
249)
"Bağımsızlığı için ölümü
göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı
yapmakla teselli bulur ve elbette esaret zincirini kendi eliyle boynunu geçiren
miskin, haysiyetsiz bir millete göre dost ve düşman nazarındaki yeri, farklı
olur."
1927 (Nutuk I, s. 13-14)
"Gerçekten tam azim ve
israr ile sürdürülen ve müdafaa edilen bağımsızlık, hak ve hürriyet davalarının
muvaffakiyetini kökünden menedecek hiçbir kuvvet tasavvur edilemez."
1922 (Atatürk'ün TT.B. IV. s.
429)
"Milletimiz ve
Bağımsızlık Esası, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak
yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. Ne
kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir
millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye
lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık
özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir
şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek
başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki,
Türk'ün haysiyet ve onur ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir
millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, ya bağımsızlık,
ya ölüm!"
1919 (Nutuk I. .s. 13)
"Türkiye halkı,
asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı bir yaşama gereği
saymış bir milletin kahraman evlâtlarıdır. Bu millet, bağımsızlıktan uzak
yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır!"
1922 (Atatürk'ün S.D II. s.
35)
"Arzumuz, dışarda
bağımsızlık, içerde kayıtsız ve şartsız millî egemenliği korumadan ibarettir.
Millî egemenliğimizin hatta bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların
kafalarını parçalayacağınızdan eminim."
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s.
71-72)
"Biz barış istiyoruz
dediğimiz zaman Tam bağımsızlık istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi lâzımdır.
Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On sene, yirmi sene sonra aşağı
görülerek ölmektense, şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi üstün
tutmalıyız."
1923 (Atatürk'ün S.D. II. s.
89)
"Türkiye Devleti'nin
bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen sağlanmış ve korunmuş olmalıdır."
1923 (Atatürk'ün S.D. I. s.
307)
"Bağımsızlık gayesinin
elde edilişine kadar, tamamiyle milletle birlikte, fedakârane çalışacağıma
mukaddesatım namına yemin ettim. Artık benim için Anadolu’dan hiçbir yere
gitmemek kesindir."
1919 (Nutuk I, s. 21)
"Biz, yaşama ve
bağımsızlık için mücadele eden ve bu kanlı mücadele manzarası karşısında bütün
medeniyet dünyasının hissiz, seyirci kaldığını görmekle içi kan ağlamış
insanlarız."
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s.
38)
"Hürriyet ve bağımsızlık
benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından
olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar
ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım
bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın
yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip
olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve
bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı
özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka
bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence
bir hayat meselesidir. Millet ve memleketen menfaatleri gerektirdiği takdirde
insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan
dostluk ve siyaset münasebetlerini, büyük bir hassasiyetle takdir ederim.
Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu
arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım!"
1921 (Atatürk’ün S.D.III.,
s.24)
"Biz yaşama ve
bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı
esirgemeden veririz!"
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s.
195 -196)
"Bayrak, bir milletin
bağımsızlık alâmetidir. Düşmanın da olsa hürmet etmek lâzımdır."
(Muzaffer Kılıç, Nükte, Fıkra
ve Çizgilerle Atatürk, III, Der: N.A. Banoğlu, s. 12)
"Bilirsiniz ki dünyada
her milletin varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve
yapacağı medenî eserlerle orantılıdır. Medenî eser vücuda getirmek
kabiliyetinden mahrum olan milletler, hürriyet ve bağımsızlıklarından soyunmaya
mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, hayatın şartıdır. Bu
yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığı
gösterenler, umumî medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya
mahkûmdurlar."
1924 (Atatürk’ün B.N., s. 85)
"Bugünkü
savaşımlarımızın gayesi, tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tamlığı ise ancak
malî bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan mahrum
olunca, o devletin bütün hayatî kuruluşlarında bağımsızlık felce
uğramıştır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder