25 Temmuz 2019 Perşembe

TÜRK DESTANLARI

 
TÜRK DESTANLARI

Prof. Dr. Umay Günay

    Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örnekleri destanlardır. Türk edebiyat geleneği içinde "destan" terimi birden fazla nazım şekli ve türü için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden mesnevilerin bir bölümü ve manzum hikâyeler, Anonim edebiyatta ve Âşık edebiyatında koşma veya mâni dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdî, sosyal,tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli uslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kâinatın, insanlığın, milletlerin yaradılışını , gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli olay ve nesnelerle ilgili sebeb açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile anılmaktadır. 
    Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar, çeşitli konularda yaradılış hikâyeleri yanında, milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum hikayeleridir. 
    Destanlar bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar, anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en ülkücü eserleri olarak kabul edilirler. Destanlar her zaman tarihî gerçekleri doğru biçimde nakletmezler. Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak bilinçaltının, vicdanının istek, beklenti ,doğruları ve değerleri ile idealleştirilir, eski hatıralarla birleştirilerek tarihî gerçekmiş gibi anlatılırlar.
    Her milletin millî kimlik ve nitelikleri, ortak dünya görüşü , hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve yanlışları da destanlarına yansır. Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve savaşcılık yanında verdiği sözde durma , acizlere ve mağluplara hoşgörü ile yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve kabullerdir. 
    Türk destanları,kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri, zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebep açıklayıcı efsaneyi de içinde barındırır. ilk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk destanlarından Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında bütünüyle günümüze gelebilen örnek bulunmamaktadır.Diğer Türk destanları çeşitli kaynaklarda özet, epizot, hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde bulunmaktadır.
    Türk tarihine ana hatlarıyla bakıldığında Türk hayatı fetihlerle başlamış ve yeni toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman terk edilmemiştir. Türk halkları ilk anayurt olan Orta Asya'dan itibaren dünya coğrafyası üzerinde geniş alana yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek çok özerk toplulukta ve çeşitli devletlerin idaresinde azınlık halinde yaşamaktadır. Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeple Türk destanları da tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir. Türk destanları, anahatlarıyla kültür dâirelerine, kronolojik ve içinde teşekkül ettikleri veya muhafaza edildikleri siyâsî birliklere göre şöyle sınıflandırılmaktadırlar:

İlk Türk Destanları
1.Altay  -  Yakut
  Yaradılış  Destanı
2.Sakalar  Dönemi
  a.Alp  Er Tunga  Destanı
  b.şu Destanı
3.Hun   Dönemi
  Oğuz  Kağan  Destanı
4.Köktürk   Dönemi                                                                           
  a.Bozkurt Destanı
  b.Ergenekon Destanı
5.Uygur   Dönemi
  a. Türeyiş  Destanı
  b.  Göç   Destanı

İslamiyetin  Kabulunden  Sonraki  Türk   Destanları  :

1.Karahanlı   Dönemi
  Satuk Buğra  Han  Destanı
2.Kazak-Kırgız  Kültür  Dâiresi
  Manas 
3.Türk-Moğol  Kültür  Dâiresi
  Cengiz-name
4.Tatar-Kırım  
  Timur ve Edige Destanları
5.Selçuklu-Beylikler ve  Osmanlı  Dönemleri
  a. Seyid  Battal Gazi  Destanı
  b. Danişmend  Gazi   Destanı
  c.Köroğlu  Destanı

Türk Kozmogonisi-Yaradılış Destanı:

Altaylardan Verbitskiy'in derlediği yaradılış destanı özetle şöyledir: Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi :
Bir  dünya istiyorum, bir soyla  yaratayım
Bu  dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım
Bunun  çaresi nedir, ne yolla  yaratayımş
Su içinde yaşayan  Ak  Ana,su  yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen'e şöyle  dedi :
Yaratmak istiyorsan   Ülgen, Yaratıcı  olarak  şu kutsal  sözü öğren :
De ki hep," yaptım oldu "  başka bir şey söyleme.
Hele yaratır  iken,"yaptım olmadı" deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . insana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyiniz." Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın yer!" Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!" Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış. Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış bir yerde sabit olmuş.Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı şire'ye balıkları denetleme görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın başına geçip oturmuş.Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden başka fazladan dokuz dünya birer cehennem ile bir de yer yaratmıştı. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü" insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik" adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.
Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan sonra yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi.Tanrı Ülgen insanları idare etmek üzere May-Tere'yi yarattı ve onu insanoğlunun başına han yaptı. Yakut'lardan (Saka) derlenen yaradılış efsaneleri de Altay yaradılış destanının yakın varyantı niteliğindedir . XIX.yüzyıl'da derlenen bu efsanelerin çeşitli din ve kültürlerin etkilerini taşıdıkları düşünülmektedir.

Alp Er Tunga

Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve şu olmak üzere iki destan tesbit edilmiştir. Alp Er Tunga, M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış kahraman ve çok sevilen bir Saka hükümdarıdır. Alp Er Tunga Orta Asya'daki bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu Suriye ve Mısır'ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur. Alp Er Tunga'nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele ettiği iranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev 'in davetinde hile ile öldürülmüştür. Alp Er Tunga ile iranlı Med hükümdarları arasındaki bu mücadelelerin hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem iranlılar arasında yaşatılmıştır. Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot'ta Madyes, iran ve islâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır.
Orhun Yazıtlarında "Dokuz Oğuzlar" arasında "Er Tunga" adına yapılan "yuğ" merasiminden söz edilmektedir. Turfan şehrinin batısında bulunan "Bezegelik" mabedinin duvarında da Alp Er Tunga'nın kanlı resmi bulunmaktadır. "Divan ü Lügat-it Türk" ün yazarı Kaşgarlı Mahmud'a ve " Kutadgu Bilig" yazarı Yusuf Has Hacip'e göre "Alp Er Tunga" iran destanı "şehname" deki büyük ve efsanevî Turan hükümdarı "Efrasiyab"dır. Divan ü Lûgat-it Türk'de Turan hükümdarlığının merkezi olarak "Kaşgar" şehri gösterilmektedir. islâmiyeti kabul etmiş olan Karahanlı devleti hükümdarları da kendilerinin "Efrasyap" sülalesinden geldiklerine inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdir. Moğol tarihçisi Cüveyni de Uygur devletinin hükümdarlarının da Efrasyap soyundan olduğunu yazmaktadır. şecere-i Terakime'ye göre Selçuklu Sultanları kendilerini Efrasyab soyundan kabul ederlerdi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğıinin dağılmasından sonra iletişim kurmak imkânı bulduğumuz ve Rusların Yakut adını verdiği Türk gurup aslında kendilerine Saka dediklerini söylemişlerdir. Tarih içinde kaybolduğunu düşündüğümüz Saka Türklerinin az da olsa bir bölümünün bugün hayatiyetlerini sürdürmeleri pek çok meselenin yeniden araştırılarak doğruların ortaya çıkmasına yardımcı olabilecektir.Tarihçi Mesudî de M.S. 7. yüzyılın başındaki Köktürk hakanının "Efrasyab" soyundan olduğunu yazmaktadır. Bütün bu bilgilerden hareketle "Tunga Alp" le ilgili efsanelerin Kök Türklerden önce doğu ve orta Tiyanşan alanında yaşayan Türkler arasında meydana geldiğini ve bu destanın daha sonraları Kök Türk ve Uygurlar arasında yaşayarak devam ettiğini göstermektedir.Alp Er Tunga destanının metni bu güne ulaşamamıştır. Bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda bu değerli Saka hükümdarı ve kahramanı hakkında bilgiler ve bir de sagu (ağıt) tesbit edilmiştir:

Alp Er  Tunga  Öldü mü
Dünya  sahipsiz kaldı mı
Korkak öcünü  aldı 
şimdi  yürek  yırtılır

Felek  yarar  gözetti
Gizli   tuzak  uzattı
Beğlerbeyini  kaptı
Kaçsa  nasıl  kurtulur

Erler  kurt gibi  uludular
Hıçkırıp  yaka  yırttılar
Acı seslerle  bağırdılar
Ağlamaktan gözleri  kapandı

Beğler atlarını yordular
Kaygı  onları durdurdu
Benizleri yüzleri  sarardı
Safran sürülmüş gibi  oldular

    Kutadgu Bilig'de "Alp Er Tunga" hakkında şu bilgi verilmektedir: " Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ikbali açık olanı Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi ; zaten âlemde ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur. iranlılar ona Efrasiyap derler; bu Efrasiyap akınlar hazırlayıp ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lâzımdır. iranlılar bunu kitaba geçirmişlerdir.Kitapta olmasa onu kim tanırdı." Bugünkü bilgilerimize göre Alp Er Tunga ile ilgili en geniş bilgi iran destanı şehname'de tesbit edilmiştir. şehname'nin başlıca konularından biri iran -Turan savaşlarıdır. Bu destana göre en büyük Turan kahramanı önce şehzade sonra hükümdar olan Efrasyap'tır.şehname'deki Alp Er Tunga ile ilgili bilgiler şöyle özetlenebilir:
    "Turan şehzadesi Efrasyap babasının isteği üzerine iran'a harp açtı. iki ordu Dihistan'da karşılaştılar.Boyu servi, göğsü ve kolları arslan gibi ve fil kadar kuvvetli olan Efrasyap, iranlı'ları yendi. iran padişahı Efrasyap'a esir düştü. iran'ın ilk intikamını o zaman iran'a bağlı olan Kabil Padişahı Zal aldı. Zal başarılı olmasına rağmen iran şahının öldürülmesini engelleyemedi. Efrasyab iran'ı ele geçirmek için yeni bir savaş açtı. İran'ın yetiştirdiği en büyük kahramanlardan Zal oğlu Rüstem Efrasyab'ın üzerine yürüdü.. Efrasyab ile Zal oğlu Rüstem arasında bitmez tükenmez savaşlar yapıldı. iran tahtında bulunan Keykâvus, hem oğlu Siyavuş'u hem de Zal oğlu Rüstem'i darılttı. Siyavuş Efrasyap'a sığındı . Siyavuş'un Turan'da bulunduğu sırada evlendiği Türk beyi Piran'ın kızından bir oğlu oldu. Siyavuş oğluna babası Keyhusrev'in adını verdi. Efrasyab uzun yıllar Turan'da hükümdarlık etti. iran'lılar Siyavuş'un oğlu Keyhusrev'i kaçırarark iran tahtına oturttular. Keyhusrev Zaloğlu Rüstem'le işbirliği yaptı ve Turan ordularını yendi. Keyhusrev ile Efrasyap defalarca savaştılar. Sonunda ordusuz kalan Efrasyap Keyhusrev'in adamları tarafından öldürüldü. şehname'de Efrasyap adıyla anılan Turan hükümdarı Alp Er Tunga'nın iran hükümdarlarına sık sık yenildiği anlatılmaktadır. Ancak iran Turan savaşlarında iran hükümdarları sürekli değişmiş ı4o yıl yaşadığı rivayet edilen Alp Er Tunga ise mücadeleye devam etmiştir. Bu durum Efrasyap'ın başarısız olmadığını gösterir. Gerçek destan metni bulunduğu takdirde bu destanla ilgili daha sağlıklı değerlendirmeler yapılabilir görüşündeyim.

Şu Destanı :

    Şu destanı M.Ö. 330-327 yıllarındaki olaylarla bağlantılıdır. Bu tarihlerde Makedonyalı iskender, iran'ı ve Türkistan'ı istilâ etmişti. Bu dönemde Saka hükümdarının adı şu idi. Bu Destan Türklerin iskender'le mücadelelerini ve geriye çekilmeleri anlatımaktadır. Doğuya çekilmeyen 22 ailenin Türkmen adıyla anılmaları ile ilgili sebeb açıklayıcı bir efsane de bu destan içinde yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud Divan ü Lügat-it Türk'de iskender'den Zülkarneyn olarak bahsetmektedir.Destanın tesbit edilebilen kısa metni şöyle özetlenebilir: iskender, Türk memleketlerini almak üzere harekete geçtiğinde Türkistan'da hükümdar şu isminde bir gençti. iskender'in gelip geçici bir akın düzenlediğine inanıyordu.Bu sebeble de iskender'le savaşmak yerine doğuya çekilmeği uygun bulmuştu. iskender'in yaklaştığı haberi gelince kendisi önde halkı da onu izleyerek doğuya doğru yol aldılar. Yirmi iki aile yurtlarını bırakmak istemedikleri için doğuya gidenlere katılmadılar. Giden gurubun izlerini takip ederek onlara katılmaya çalışan iki kişi bu 22 kişiye rastladı. Bunlar birbirleriyle görüşüp tartıştılar. 22 kişi bu iki kişiye: "Erler iskender gelip geçici bir kişidir. Nasıl olsa gelip geçer , o sürekli bir yerde kalamaz. Kal aç" dediler. Bekle , eğlen, dur anlamına gelen "Kalaç" bu iki kişinin soyundan gelen Türk boyunun adı oldu. iskender Türk yurtlarına geldiğinde bu 22 kişiyi gördü ve Türk'e benziyor anlamında " Türk maned " dedi.Türkmenlerin ataları bu 22 kişidir ve isimleri de iskender'in yukarıdaki sözünden kaynaklanmıştır. Aslında Türkmenler, Kalaçlarla birlikte 24 boydur ama Kalaçlar kendilerini ayrı kabul ederler. Hükümdar şu Uygurların yanına gitti. Uygurlar gece baskını yaparak iskender'in öncülerini bozguna uğrattılar.Sonra iskender ile şu barıştılar. iskender Uygur şehirlerini yaptırdı ve geri döndü. Hükümdar şu da Balasagun'a dönerek bugün şu adıyla anılan şehri yaptırdı ve buraya bir tılsım koydurttu. Bugün de leylekler bu şehrin karşısına kadar gelir, fakat şehri geçip gidemezler. Bu tılsımın etkisi hâlâ sürmektedir.
    Bu destana göre iskender Türkistan'a geldiğinde Türkmenlerin dışındaki Türkler doğuya çekilmişlerdi. iskender Türkistanda mukavemetle karşılaşmamış bu sebeble de ilerlememiştir. Büyük ölçüde çadırlarda yaşayan Türkler iskender'in seferinden sonra şehirler kurmuş ve yerleşik hayatı geliştirmişlerdir.

Hun - Oğuz Destanı :

    Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış olan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı etrafında şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşmamıştır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır. XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir. XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmiüt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı islâmî varyantların ilkini temsil etmektedir. Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.
    Oğuz Kağan Destanının İslamiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi.Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
    Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:

Ben  sizlere   kağan  oldum
Alalım yay   ile   kalkan
Nişan  olsun   bize   buyan
Bozkurt   olsun   bize   uran
Av  yerinde   yürüsün   kulan
Dana  deniz,  daha  müren
Güneş   bayrak  gök  kurıkan

    Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm". Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü.Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi. Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.

Köktürk Destanı

Köktürklerle ilgili tesbit edilen destanın iki farklı rivayeti bulunmaktadır. Çin kaynaklarında tespit edilen varyant "Bozkurt", Ebü'l-Gâzi Bahadır Han tarafından tespit edilen varyant şecere-i Türk'te ise "Ergenekon" adıyla verilmiştir.

Ergenekon Destanı

Moğol ilinde Oğuz Han soyundan il Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş açtı. ilhan'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. ilhanın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız il Han'ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kaçıp kurtulmayı başardılar.Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verdiler. Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamındaki "Kon" kelimesini birleştirerek "Ergenekon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldılarki Ergenekon'a sığamadılar.Atalarının buraya geldiği geçitin yeri unutulmuştu.Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler.Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı.ilhan'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Egenekondan çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak döğerler. Bugün hem yeniden özgür hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.

Uygur Destanları

    Uygurlara âit Türeyiş ve Göç isimli iki destan parçası tesbit edilmiştir.Türeyiş parçası Çin kaynaklarından Göç ise hem Çin hem iran kaynaklarında bulunmaktadır.

Türeyiş Destanı

    Eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardı. Bu bey kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini düşünüyordu. Bu sebeble ülkesinin kuzey tarafında yüksek bir kule yaptırarak iki güzel kızını Tanrılarla evlenmek üzere buraya yerleştirdi. Bir süre sonra kuleye gelen bir kurdun Tanrı olduğu düşüncesiyle kızlar bu kurtla evlendiler. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuzların sesi kurt sesine benzerdi.

Göç Destanı

    Uygurların yurdunda "Hulin" isimli bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak çıkardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkkatle izlediler. Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Çok zaman geçti. Yuluğ Tiğin isimli bir prens hükümdar oldu. Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için Oğlu Galı Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin'e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu . Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
    Buraya kadar kısaca tanıtmağa çalıştığımız Türklerin ilk dönem edebî eserleri olan Yaratılış, Alp Er Tunga, şu, Oğuz Kağan, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları bugünkü bütün Türk Cumhuriyet ve Topluluklarının ortak destanları olarak kabul edilmektedir. Büyük bir ihtimalle XV. yüzyılda yazıya geçirildiği kabul edilen "Dede Korkut Hikâyeleri" nin Hun-Oğuz Destan dâiresinden ayrılmış destan parçası olduğu görüşü oldukça yaygındır. Dede Korkut Hikâyeleri ve bu hikâyelerin hem anlatıcısı hem de kahramanlarından biri olan Dede Korkut bütün Türk dünyasında ortak olarak tanınan sözlü ve yazılı gelenekte yaşatılan önemli eserlerden biridir. Türklerin X. yüzyılda büyük kitleler halinde islâmiyeti kabul etmelerinden ve Oğuzların büyük bir bölümünün batıya bugünkü Anadolu topraklarına göçmelerinden sonra gerek Orta Asyada gerek Anadolu , Balkanlar ve Orta Doğuda, Türkler farklı siyasî birlikler içinde yaşamışlardır. X. yüzyıldan sonra teşekkül eden destanlardan Köroğlu dışındakiler Türk topluluk ve guruplarının iletişimleri ölçüsünde yaygınlaşmıştır. Köroğlu destanı XVI. yüzyılda Anadolu'da teşekkül etmiş ve hemen hemen bütün Türk dünyası tarafından benimsenmiş ve çeşitlenerek yaşatılmaktadır.
    İslâmiyeti resmen devlet dini olarak kabul etmiştir. islâmiyetten sonra ilk teşekkül eden destan da bu hükümdarın islâmiyeti kabul ve yaymak için yaptığı mücadelelerin efsanelerle zenginleştirilerek anlatımıyla doğmuştur. Bu destanın bir elyazmasında bulunan metni kısaca şöyle özetlenebilir :

Satuk Buğra Han Destanı

    Hz. Muhammed kanatlı atı Burak'ın sırtında göklere yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar.
Cebrail :
" Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak olan bu ruh " Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır." Hz. Muhammed yeryüzüne döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine yayacak olan bu insan için dua etti. Hz. Muhammed'in arkadaşları da bu ruhu görmek istediler. Hz. Muhammed dua etti. Başlarında Türk başlıkları bulunan silâhlı, kırk atlı göründü. Satuk Buğra Han ve arkadaşları selâm verip uzaklaştılar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak dünyaya geldi. Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler , çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun büyüyünce müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini isterler. Satuk Buğra Hanı, annesi : " Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarır.
Satuk Buğra Han ı2 yaşında arkadaşlarıyla birlikte ava çıkmağa başlar. Avda oldukları günlerden birinde kaçan bir tavşanın arkasından hızla koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan durur ve bir ihtiyar insan görünümü kazanır.Satuk Buğra Han'ın sonradan Hızır olduğunu anladığı bu yaşlı kişi ona müslüman olmasını öğütler ve islâmiyeti anlatır. Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcasından islâmiyeti kabul etmesini ister. Kaşgar Hanı, müslüman olmayacağını söyler. Satuk Buğra Han'ın işaretiyle yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür. Satuk Buğra Han hükümdar olur ve bütün Türk ülkeleri onun idaresinde islâmiyeti kabul ederler. Satuk Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak için mücadele ile geçirmiştir. Menkabelere göre Satuk Buğra Han'ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcı varmış ve savaşırken etrafına ateşler saçıyormuş. 96 yaşında Tanrıdan davet almış bu sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada ölmüştür.

Manas Destanı

    Kırgız Türkleri arasında doğan Manas destanı Kazak-Kırgız Türk kültür dâiresi içinde bugün de bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu destanın XI ile XII. yüzyıllarda meydana geldiği düşünülmektedir. Destanın kahramanı Manas da, Oğuz Kağan destanının islâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi islâmiyeti yaymak için mücadele eden bir kahramandır. Böyle olmakla beraber Manas destanında islâmiyet öncesi Türk kültür , inanç ve kabullerinin tamamını görmek mümkündür. Bazı varyantları 4oo.ooo mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dâiresinin kültür belgeseli niteliğindedir.

Cengiz-nâme

    Ortaasya'da yaşayan Türk boyları arasında XIII. yüzyılda doğup gelişmiştir. Cengiznâme Moğol hükümdarı Cengiz'in hayatı, kişiliği ve fetihleri ile ilgili olarak Cengiz'in oğulları tarafından idare edilen Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya'da yaşayan Türkler özellikle de Başkurd, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok severek günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-nâme'de, Cengiz bir Türk kahramanı olarak kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi anlatılmaktadır. Cengiz, Uygur Türeyiş destanının kahramanları gibi gün ışığı ile Kurt-Tanrı'nın çocuğu olarak doğar. Cengiz-nâme, Moğol Hanlarının destanî tarihi olarak kabul edildiğinden tarih araştırıcılarının da dikkatini çekmiştir. XVII. yüzyılda Orta Asya Türkçesinin değerli yazarı Ebü'l Gâzi Bahadır Han, "şecere-i Türk" adlı eserinde "Cengiz-Nâme"nin ı7 varyantını tesbit ettiğini söylemektedir. Bu bilgi, bu destanın, Orta Asya'daki Türkler arasındaki yaygınlığını göstermektedir. Orta Asya Türkleri, Cengiz'i islâm kahramanı olarak da görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler tarafından ise Cengiz hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu hükümdarı islâm düşmanı olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun sevilmemesinde etkili olmuştur. Moğolların Anadoluya saldırgan biçimde gelip ortalığı yakıp yıkmaları, Bağdat'ın önce Hülâgu daha sonra Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması, Timurlenk'in Yıldırım Beyazıd'la sebebsiz savaşı gibi tarihi gerçekler, Cengiz'in de diğer Moğollar gibi sevilmemesine sebeb olmuştur. Cengiz-Nâme batıda yaşayan Türkler'in hafıza ve gönüllerinde yer almamıştır. "Cengiz-Nâme"nin Orta Asya Türkleri arasında bir diğer adı da " Dâstân-ı Nesl-i Cengiz Han"dır.

Edige

    Bu destanda XIII yüzyılda Hazar denizi kıyısında kurulan Altınordu Hanlığının XV. yüzyılda Timurlular tarafından yıkılışı anlatılmaktadır. Destanın adı, Altınordu Hanı ve bu destanın kahramanı Edige Mirza Bahadır'a atfen verilmiştir. Edige Mirza Bahadır'ın devletini ayakta tutabilmek için yaptığı büyük mücadeleler, ölümünden sonra XV. yüzyılda destan haline getirilmiştir. 1820'yılından itibaren yazıya geçirilen Edige destanının Kazak-Kırgız, Kırım, Nogay, Türkmen, Kara Kalpak, Başkırt olmak üzere altı rivâyeti tesbit edilmiştir Çeşitli Türk guruplar arasında Alp Er Tunga ve Oğuz Kağan gibi ilk Türk destanlarının izlerini taşıyan Türk kahramanlık dtünya görüşünü temsil eden burada bahsi geçenler kadar yaygınlaşmamış ortak edebiyat geleneği içinde yer almamış pek çok başka destan örneği bulunmaktadır. Osmanlı sahasında destandan hikâyeye geçişte ara türler olarak da nitelendirilen çok tanınmış ve bir çok Türk topluluklarınca da bilinen Köroğlu örneği yanında daha sınırlı alanlarda tesbit edilen Danişmendname , Battalname gibi ilgi çekici örnekler de bulunmaktadır.

Battal-Nâme

Bu destanın kahramanı Türkler arasında Battal Gâzi adıyla benimsenmiş bir Arap savaşcısıdır. Asıl destan, VIII. yüzyılda, Emevî'lerin hırıstıyanlarla yaptıkları savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiş Abdullah isimli bir kişiyle ilgili olarak doğmuştur. Battal arapça kahraman demektir, Battal Gâzi, Arap kahramanına verilen unvanlardır. Türklerin müslüman olmalarından sonra Battal Gâzi destan tipi Türkleştirilmiş önceki destan epizotlarıyla zenginleştirilmiş ve anlatım geleneği içine alınmıştır. XII ve XIII yüzyıllarda Battal-Nâme adı ile ve nesir biçimi yazıya geçirilmiştir. Hikâyeci âşıkların repertuarlarında da yer almıştır.Seyyid Battal adıyla da anılan bu kahraman hem çok bilgili, çok dindar ve cömertdir. Müslümünlığı yaymak için yaptığı mücadelelerde insanların yanında büyücü, cadı ve dev gibi olağanüstü güçlerle de savaşır. " Aşkar Devzâde" isimli atı da kendisi gibi kahramandır. Arap, Fars ve Türklerin X-XX. yüzyıllar arasında oluşturdukları ortak islâm kültür dâiresinin ürünlerinden biri olmakla beraber Orta Asya'da yaşayan Türk guruplar arasına da yayılarak Türk kabul ve değerleriyle kaynaşmıştır.

Dânişmendnâme

Anadolunun fethini ve bu mücadelenin kahramanlarını anlatan, X11. yüzyılda sözlü olarak şekillenen X111. yüzyılda yazıya geçirilen islâmî Türk destanlarındandır. Danişmendnâme'de hikâye edilen olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir. Köroğlu metni destan adıyla anılmakla ve bazı destanî niteliklere de sahib olmakla birlikte XX. yüzyılda Anadolu'dan derlenen örnekleri daha çok halk hikâyesi geleneğine yakındır. Anadolu'da hikâyeci âşıklar tarafından 24 kol halinde anlatılan hikâyesinin özeti kısaca şöyledir :

Köroğlu Destanı

    Bolu beyi, güvendiği seyislerinden biri olan Yusuf'a : " Çok hünerli ve değerli bir at bul ." emrini verir. Seyis Yusuf, uzun süre Bolu beyinin isteğine uygun bir at arar. Büyüdüklerinde istenen niteliklere sahip olacağına inandığı iki tay bulur ve bunları satın alır. Bolu beyi bu zayıf tayları görünce çok kızar ve seyis Yusuf'un gözlerine mil çekilmesini emreder. Gözleri kör edilen ve işinden kovulan Yusuf, sıska taylarla birlikte evine döner. Oğlu Ruşen Ali'ye verdiği talimatlarla tayları büyütür. Babası kör olduğu için Köroğlu takma adıyla anılan Ruşen Ali, babasının isteğine göre atları yetiştirir. Taylardan biri olağanüstü bir at haline gelir ve Kırat adı verilir. Kırat da destan kahramanı Köroğlu kadar ünlenir. Seyis Yusuf, Bolu beyinden intikam almak için gözlerini açacak ve onu güçlü kılacak üç sihirli köpüğü içmek üzere oğlu ile birlikte pınara gider. Ancak, Köroğlu babasına getirmesi gereken bu köpükleri kendisi içer, yiğitlik, şâirlik ve sonsuz güç kazanır. Babası kaderine rıza gösterir ancak oğluna mutlaka intikamını almasını söyler. Köroğlu Çamlıbel'e yerleşir, çevresine yiğitler toplar ve babasının intikamını alır. Hayatını yoksul ve çaresizlere yardım ederek geçirir. Halk inancına göre silâh icat edilince mertlik bozuldu demiş kırklara karışmıştır. Çeşitli dönemlere ve farklı siyâsî birlikler sahip Türk gurubları arasında tesbit edilen Türk destanlarının kısaca tanıtımı ve özeti bu kadardır. Bu destan metinleri incelendiğinde hepsinde ilk Türk destanı Oğuz Kağan destanının izleri bulunduğu görülür. Bu destan parçaları Türk dünyasının ortak tarihî dönem hatıralarını aksettiren ilk edebî ürünler olarak da önem ve değer taşırlar. Bir gün bu parçalardan hareketle Fin destanı Kalavala gibi değerli mükemmel bir Türk destanını yazılabilirse çeşitli kaynaklarda dağınık olarak bulunan malzeme daha anlamlı hale gelebilir kanaatindeyim.

Kaynaklar
1.  Banarlı  Nihat  Sami,  Resimli  Türk  Edebiyatı  Tarihi,  Istanbul  1971.
2.  Bang  W. - R.R.  Arat,  Die  Legende  von  Oghuz-Kaghan,  Berlin  ı932. Türkçe  çevirisi,  Oğuz  Kağan  Destanı,
    Istanbul 1936.
3.  Ebulgâzi  Bahadır  Han,  şecere-i  Terakime,  fotokopi,  Istanbul  ı937.
4.  Gökyay  Orhan  şâik, " Han-nâme"  Necati  Lugal  Armağanı, Ankara  ı968. 
5.  inan  Abdulkâdir,  Tarihte  ve  bugün  şamanizm,  Ankara  ı945.
6.  Köprülü  Mehmet  Fuat,  Türk  Edebiyatı  Tarihi,  Istanbul  1928. ikinci  baskı  Istanbul  1982.
7.  Moğolların  Gizli   Tarihi,  çeviren   Ahmet  Temir,  Ankara  ı948.
8.  Orkun  H.N.,  Oğuzlara  Dâir, Ankara  ı935.
9.  Ögel  Bahaeddin,  "Uygurların  Menşe  Efsanesi",  A.Ü.  Dil  ve  Tarih  Coğrafya  Fakültesi  Dergisi , Ankara 1947.
10. Ögel   Bahaeddin ,   Türk  Kültür  Tarihi,  Ankara  1962.
11. Türk  Mitolojisi, Ankara  1971.
12. Sümer   Faruk,  Oğuzlar ,  Ankara  1967.
13. Togan  Zeki  Velidi,  Umumî  Türk  Tarihine  Giriş, Istanbul  1946.

  

Bölüm 42
10 Aralık 2000, Ankara
Türk Destanları


Sunan: Doç. Dr. Serpil Bağcı
Konuşmacılar: Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Prof. Dr. İsa Özkan


Bağcı:Merhabalar sevgili izleyiciler Türkiye’den programımızın bu haftaki konusu destanlar. Bu haftaki konumuzu tartışmak üzere aramızda Sayın Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Prof. Dr. İsa Özkan bulunuyor. Her iki hocamız da Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyeleri. Bugünkü konuklarımızın Türk edebiyatında uzman kişiler özellikle de Türk destanlarıyla ilgili yaptıkları araştırmalarla tanınıyorlar. Öncelikle sizden başlayayım Ahmet Bey bize öncelikle genel olarak destan kavramını tanımlayabilir misiniz?
Ercilasun: Destan bir tür olarak düşünüldüğünde kahramanlık hikayeleridir. Destan Türkçe’de eskiden çok değişik anlamlarda kullanılmış. Genel olarak hikaye anlamında kullanılmış,  Farsça’dan geçme bir kelime. Bugün dilimizde başlıca iki anlamda kullanılıyor; biri kahramanlık destanı biri de küçük manzum hikayeler. Ancak biz burada kahramanlık destanlarını anlıyoruz Rusların epos dedikleri epik hikayeleri anlıyoruz destandan. Bizim dışımızdaki Türk dünyasında destanın anlamı biraz daha geniş,  yalnız kahramanlık hikayelerini içine almıyor,  aynı zamanda Tahir ile Zühre,  Kerem ile Aslı gibi aşk hikayelerini de içine alıyor. Bazı destanlarımızdan bu aşk hikayelerine bir geçiş de yok değil. Biz destan derken Türkiye’de daha çok bu kahramanlık hikayelerini anlıyoruz. Her hangi bir topluluğun doğuşunu,  geçirdiği zor zamanları zamanla o topluluğun fertlerinde çok derin izler bırakıyor hem ruhlarında hem zihinlerinde. Milletin teşekkülü,  geçirilen felaketler milletin zihninde çok derin izler bırakıyor ve sözlü bir gelenek halinde zamanla destancılar tarafından çeşitli şekillerde çoğunlukla bir müzik aleti eşliğinde,  genellikle kopuz eşliğinde anlatılmaya başlanıyor. Yani başlangıçta sözlü olarak teşekkül ediyor destan. Bütün sözlü ürünler gibi değişe değişe yaşayan bir ürün. Bugün bile bazı Türk destanları destancılar bir takım eklemelerle değişik varyantlar halinde anlatılıyor. Geçmişte de bu mutlaka böyle oluyordu. Bir çok milletin destanı belli bir anda o sözlü gelenekten yazıya geçirilmiş oluyor,  yazıya geçirilince o milletin yazılı destanı haline geliyor. Eski Yunanlıların İlyada ve Odissası,  İranlıların Şehnamesi,  bunlar da uzun süre sözlü gelenekte yaşadılar ama çok eski dönemlerde yazıya geçirildiler. Yunan destanları Miladtan önceki yüzyıllarda,  Şehname aşağı yukarı 11.yy’ın başlarında yazıya geçirildiler. Geç dönemlerde yazıya geçirilenleri de var. Finlilerin destanı geçen yüzyılda yazıya geçirildi. Bizim destanlarımızdan yazıya geçirilmiş olarak Oğuz Kağan Destanı’nın çok küçük bir parçası var. Oldukça geç bir tarihte yazıya geçirilmiş bu parça. Dede Korkut Destanları Oğuz Kağan Destanı’ndan ayrılan parçalar olarak çok sonra yazıya geçmiş 16., 17.yy’larda. Şu anda devam etmekte olan bazı destanlarımız 19.yy’da derleyiciler tarafından yazıya geçirilmeye başlanmış. Hala da yazıya geçiriliyor böyle yazılan sözlü destanlarımız. Bir çok destanımız da maalesef yabancılar tarafından özet olarak kaydedilmiş. Bugün sözlü gelenek yaşamıyor olan tarihte sözlü gelenekte yaşamış olan destanları biz sadece bazı yabancı dillerdeki kaynaklardan öğreniyoruz. Çok ünlü Ergenekon Destanı böyledir. Bu destan bugün sözlü gelenekte yok. Şüphesiz uzun süre anlatılmış. Bunu ilk önce Çin kaynakları değişik varyantlar halinde özet olarak yazıya geçirmişler. Daha sonra Farsça olarak yazıya geçmiş. Demek ki destan esas itibariyle sözlü gelenekte yaşayan bir kahramanlık hikayesi. Bir toplumu derinden etkileyen olayların anlatıldığı kahramanlık hikayesi. Elbette pek çok durum,  şahıs ve olağanüstü varlıklar da karışıyor.
Bağcı:Kahramanlık destanlarının kahramanları tek mi oluyor? Yoksa Birden fazla mı oluyor?
Özkan: Televizyonları başında bizi seyreden bütün Sayın seyircilerimize ben sevgiler ve saygılar yolluyorum. Türk destanlarında Ahmet Bican Ercilasun’un ifade ettiği gibi bir tarihi tabakalaşma vardır. Destanlarımız adeta bir kartopu gibidir,  milletlerin efsanevi tarihidir. Burada destanın oluşumundan itibaren diğer tarihi olaylar da destanın içerisine karışır. Bu olayları destan anlatıcıları işleyerek günümüze kadar taşımışlardır. Bazıları yazıya geçirilmiştir. Türk destanlarında bir merkezi erkek kahraman tipi her zaman için vardır. Hanım kahramanlarımız da vardır. Merkezi şahsiyeti hanım olan destanlarımızdan biri Uygurların Nozugum Destanıdır. O kahraman,  milletine karşı zulmedenlerle kendi gücü nispetinde savaşmıştır. Yine Kazak Türkleri’nin 19.yy’da derlenen Ayman Çolpan destanı vardır. Orada da destan kahramanı hanımdır. Türk kültür tarihinin çok önemli bir meselesidir,  biz ataerkil aile yapısına mı sahibiz yoksa anaerkil aile yapısına mı sahibiz. Hanım destan kahramanları bizim havza kültürü yaşadığını kabul ettiğimiz Hakaslar’da,  Tuva’da,  Altay’da ve Saha Türkleri’nde zaman zaman erkek kahramanlardan daha öne çıkıyor. Mesela Hakaslar’daki Altın Arık destanında merkezi kahraman Altın Arış Adlı bir hanımdır.Altın Cus destanında da öyledir, Bir hanım kahramandır. Onun Hakasların kendilerine komşu olarak yaşayan Samoyetler’den’ geçmiş bir motif mi olduğu yoksa orijinal bir motif mi olduğu hususu bugün araştırmacıların üzerinde durduğu meselelerden biridir. Merkezi kahramanları erkek olan destanlarımız daha çoktur. Burada sözün başında şöyle bir tespit yapmayı şahsen gerekli görüyorum,  bugüne kadar Türk destanlarının tam bir envanteri çıkartılamamıştır. Kaç destanımızın olduğunu henüz tam olarak bilemiyoruz. Elimizde bir takım bilgiler vardır. Özellikle Türk cumhuriyetlerinin ve topluluklarının 20.yy’ın son on yılında bizim karşımıza destan konusunda araştırma yapılacak bir lâboratuar gibi çıkmasının sonrasında gördük ki,  bilgilerimiz çok eksikmiş. Bugün Altay Türkleri’ne ait yüz on destan yayınlanabilmişse Türk destan envanterinin ne kadar zengin olduğunu görebiliyoruz. Sadece elli beş bin nüfusu bulunan Altay Türkleri’nin destan sayısı yüz on.
Bağcı:Bunlar tamamıyla birbirinden ayrı destanlar mı yoksa birbirinin içine girmiş,  birbirini doğuran öyküler mi?
Özkan: Hakas ve Altay Türklerindeki destanların her biri müstakil destanlardır. Bizim batılıların cycle dedikleri,  zincirleme kabul ettikleri destanlar vardır. Burada merkezi kahraman vardır,  onun doğumu,  ad alması,  kahramanlık kişiliğini kazanması ve evlenmesi,  kendi kavmine zarar veren düşman kavimlerle savaşları,  ölümü ve ölümünden sonraki merkezi kahramanın ülkülerinin yine kendi neslinden gelen birisi tarafından devamı söz konusudur ki bu konuyu biz Manas Destanı’nda çok net bir biçimde görürüz. Manas doğar,  ad alır,  evlenir,  mücadele eder,  ölür,  dirilir,  mücadelelerine devam eder. Onun mücadelesi bütün Türkleri Kırgız Türkleri’nin önderliğinde bir bayrak altında toplamaktır. Kendisinin ömrü yetmeyince onun ülkülerini oğlu Semetey yerine getirmeye çalışır. Semetey destanı ayrı bir dairedir. Ondan sonra Seytek,  ondan sonra Alınsarık,  Kulunsarık devam ettirmeye çalışır. Türk destanlarının bir kısmı epostur. Epos tek destan demektir. Epope ise zincirleme destanlar yani destanlar dairesi demektir. Türk destanları içerisinde Oğuz Kağan zincirleme destandır. Yine Manas tarih olarak orta zaman diye tabir ettiğimiz devirlerin zincirleme destanıdır. Köroğlu kollar halinde teşekkül ettiği için zincirleme bir karaktere sahiptir. Türk destanlarında merkezi erkek ve kadın kahramanın kırk arkadaşı vardır. Bunlar formülistik sayılarla gösterilir.
Ercilasun: Hanım kahramanın kırk ince belli kız nedimesi vardır,  Kenizeki vardır. Erkek kahramanın da kırk yiğidi,  Çorası vardır. Kahramanlar kırk arkadaşıyla birlikte hareket ediyor.
Bağcı:Kadın kahramanlar hep savaşlara katılıyorlar her halde.
Ercilasun: Eski Türklerde destanda öyle olduğu gibi gerçek hayatta da öyle. Bozkır hayatı yaşayan bütün kavimlerde,  İranlıların da bazı kavimleri bozkır hayatı yaşamış,  kadın erkek tabiatla ve yabancılarla birlikte mücadele etmek zorunda. Onun için kadınlar da tabii ister istemez kahraman oluyor.
Bağcı:Bu kadın kahramanların duygusal dünyasıyla erkek kahramanların duygusal dünyası,  duygularını ifade etme biçimleri birbirinden farklı mı?
Ercilasun: Destanda fazla duygu derinliği aramamak gerekir. İsa Bey yanlış söylüyorsam düzeltsin. Destanda tabii duygular var ama fazla yüzeysel gidiyor. Bu bakımından Dede Korkutun parçalarından birisi olan Bamsı Beyrek önemlidir. Bamsı Beyrek ile onun beşik kertmesi Banı Çiçek arasında elbette bir duygu bağı var ama Banı Çiçek ile Bamsı Beyrek birbirleriyle yarışarak,  ok atışarak,  güreşerek sevgilerine kavuşacaklardır. Hayat mücadelesi, duygu dünyasının önüne geçmektedir.
Bağcı:Her hangi bir destanda bir erkek kahramanın öfkesini gösterme biçimiyle bir kadın kahramanın öfkesini gösterme biçimi arasında fark var mı?
Özkan: Türk destanları milletin hayatının edebi olarak işlenmiş olduğu eserlerdir. Dolayısıyla buradaki hayat halkın mahşeri vicdanlarındaki akislerin bir anlamda tercümesidir,  ifadesidir. Türk destanlarında kadın ve erkeğin duygusal hayatlarıyla ilgili kısımlar da vardır. Bu destanın vazetmiş olduğu töreye uygun biçimdedir. Türk destanları halk hayatının bütünüyle ifade edildiği eserlerdir. O bakımdan hocamın biraz önce bahsettiği Dede Korkut boyunda Banı Çiçek ile Beyrek’in arasındaki olaylar yaşama biçimleri ile de ilgilidir. Türk kahramanlık destanlarının ortaya çıktığı dönem her şeyden önce yaylak,  kışlak hayatının geçerli olduğu bir dönemdir. Dışa dönük bir hayat vardır. Buradaki hayatta herkesin bir rolü vardır. Bu rol içerisinde hem kadın hem erkek kahramanlar adeta bir alp tipinde yetişmektedir. Oyunları ata binmek,  güreş tutmak,  ok atmak hemen bütün Türk destanlarında kahramanların bu oyunlarında üstün olması gerekmektedir. Zaten destan kahramanı olağanüstü bir şahsiyettir. Toplumda bildiğimiz,  tanıdığımız normal biri değildir. O herkesten iyi ok atan,  savaşan biridir. Kahramanın atı da cins attır. Biz buna bazı destanlarımızda argümak atlar deriz,  bad-ı paya yani rüzgar atları deriz. Bir kısım destanlarımızda cennet atları olarak bahsederiz. Bazı destanlarımızda aşkardır bu atların adı. Bunlar denizden çıkmış bir ailenin neslinden türemiş atlardır. Kahramana tehlikeleri önceden haber verirler,  uzun mesafeleri çok kısa bir zamanda aşarlar. Hakas ve Altay destanlarında bu atların kanatları vardır. Bu atlar uçarak kahramanı çok kısa bir sürede istedikleri yere ulaştırırlar. Dolayısıyla hem hanım kahramanlar hem erkek kahramanlar toplumun kendisine vermiş olduğu rolü yerine getirmektedir ve bu töreye uygundur. Türk destanlarında kaç göç yoktur. Türk destanlarında yerleşik hayatla ortaya çıkabilecek olan incelmiş duygular olmakla birlikte bunlar eseri zayıflatacak ve bugün anladığımız manada bir derinlik psikolojisi haline getirebilecek duygular değildir. Oldukça açık net,  samimi ifadelerdir.
Ercilasun: İsa Bey anlatırken aklıma bazı Dede Korkut boyları geldi. Dirse Han oğlu Boğaç Han’da Boğaç Han’ın annesi Boğaç Han’ın geri gelmemesi üzerine öfkesini çok açık bir şekilde gösteriyor. Kocasına kızıyor nerede bıraktın oğlumuzu diye. Erkek kahraman da ağlar,  kadın kahraman da ağlar,  erkek kahraman da bağırır,  kadın kahraman da kocasına bağırabilir. İkisi de aynı hayatın içinde ama İsa Bey’in başta anlattığı gibi erkek kahramanlar çoğu defa öne çıkıyor destanlarımızda. Şimdi bir başka kadın erkek ilişkisi bizim ünlü destanımız Deli Dumrul’da yer alıyor. Azrail Deli Dumrul’un canını alacak,  annesi,  babası kendi canlarını onun yerine vermiyorlar ama sevdiği veriyor. Bu da derinine gitmemekle birlikte anlatılıyor. Bu motif sonradan türkülerimize bile geçmiştir biliyorsunuz.
Özkan: Siz Kars’ta yaptığınız derlemelerde de Burla Hatun’un adını tespit etmiştiniz,  Kara Papak-Terekeme Türkleri arasında. Burla Hatun Kazan Hanı’nın hanımıdır,  Bayındır Han’ın Kızıdır. Kendisini düşmanlar esir alırlar, kırk kenizeyi yani ince belli cariyelerle birlikte. Burla Hatun bütün Türk hanımları gibi namusuna oldukça düşkündür. Düşmanlar Burla Hatun kim diye sorduklarında kırk kızın kırkı da öne çıkıp Burla Hatun olduklarını iddia ederler. Burada bir sosyal dayanışma ve bağlılık da ortaya konmaktadır. Oğlu Uruz esir düşünce ona annesini sorarlar. Annesine kendi namusunu sonuna kadar korumasını kendi etinden kavurma yapılıp önüne konulsa dahi namusunu korumak için yemesi gerektiğini söyler. Böylelikle onun Kazan Hanı’nın hanımı olduğu anlaşılmayacaktır. Burada çok sadık,  vefakar,  eşe,  aileye,  milletine bağlı bir yapı görüyoruz. Kazan Han’ın evinin yağmalandığı boyda ilginç bir yapıyla daha karşılaşıyoruz. Burada bir Potlaç töreni var. Bu ilginçtir kültür tarihi bakımından. Kazan Han yılda bir defa hanımının da elinden tutuyor,  dışarı çıkıyor,  han otağında ne varsa halkın almasını istiyor. Bunun amacı şudur: Ben sizin mal mülk dediğiniz hiç bir şeyi istemiyorum. Bunların her birisi sizindir,  gelip alın demek. Ganimeti yağmalatmak Türk beylerinde bir gelenek. Demek ki yöneticinin kazandıklarında halkın payı var. Yılın belli dönemlerinde bey halkın bu kazancı almasına izin veriyor.
Ercilasun: Eğer halk payını almazsa “iç Oğuzla dış Oğuz birbirine giriyor” yani iç isyan çıkıyor. Dede Korkutun son boyunda iç Oğuzla dış Oğuzun birbirine girmesi anlatılır. Savaşın sebebi hükümdarın geleneği bozarak yağmalatmamasıdır.
Özkan: Burada ilginç bir durum var. Han sözü Farsça’da sofra demektir. Bu sözcüğün en eski şekli “kan” olmalı. Hükümdarların sofraları çok meşhur. Açlar doyuruluyor. Bu adet Türklerden yerleşik toplumlara geçmiş. Bu gelenek 19.yy’da han-ı yağma adıyla Tevfik Fikret’in şiirinde geçer.
Ercilasun: Orada biraz olumsuz anlamda kullanılıyor.
Özkan: Sözün çıkışı destanlar içindeki millet hayatının yüzyıllar içerisinde kaybolmadan düne kadar taşındığını ve yaşamaya devam ettiğini göstermektedir.
Ercilasun: Sofrasını açmayan bey-bey yönetici anlamında kullanılıyordu biliyorsunuz- bey sayılmıyordu. Divan-ül Lügat-it Türk’te beyin cömertliğini öven iki ayrı şiir var. Demek ki Türk toplumu cömertliğe de,  beyliğe de çok önem veriyor. Ağalık aslında cömertlik etmek,  malını,  mülkünü halk için sarf etmek anlamında kullanılmıştır. Ağanın eli tutulmaz deyiminde de gördüğümüz gibi ağa aslında olumlanan bir kavram. Bir çok yerde ağa hala bu anlamda görülüyor. Mesela bahşiş verdiğiniz zaman Erzurum’da ağalık ettin beyim der.
Özkan: Dede Korkut kitabında girişteki mukaddimede “er nekesin cömerdin ozan bilir” der. Yine Oğuzname’de “Sofra çekmeyince erin adı çıkmaz” yani bir ziyafet çekmeyince erin adı duyulmaz denmektedir. Hocam başta Türk destanlarının kaynaklarından çok az bir kısmının Türkler tarafından tespit edildiğini geri kalan kısmının başka kaynaklarında bulunduğunu söyledi. Çin,  Bizans,  Fars,  Rus kaynaklarında hatta Arap kaynaklarında Türk destanlarıyla ilgili kayıtlar vardır. Bizim en eski destanımız Alper Tunga Destanıdır. Alper Tunga Destanı ile ilgili kayıtlar hem Fars kaynaklarında var hem de Divan-ül Lügat-it Türk’te var. M.Ö 624’te yaşamış Alper Tunga,  Kaşgarlı Mahmut 1077’de,  1700 yıl sonra Alper Tunga ile ilgili tespitlerde bulunuyor. Onun hatırasını yansıtan sekiz dörtlük topluyor. Bunlar Divan-ül Lügat-it Türk’te var. Ayrıca Alper Tunga ile ilgili bilgi de var Divan-ül Lügat-it Türk’te. Saka Türkleri’nin hükümdarı olan Alper Tunga,  İran Turan Savaşlarında çok büyük rol oynamış. Farslar onu bir ziyafette zehirleyerek öldürmüşler. Hatırası devam ediyor. Tona Fars demektir. Bununla ilgili kayıtlar hem batı Türklerinde hem doğu Türklerinde var. Anadolu’da pek çok yer adı var kaynağını bundan alan. “ Alper Tunga öldü mü / Issız acun kaldı mı / Ödlek öcün aldı mı / İmdi yürek yırtılır.” Buradaki “ öd” “felek” yani “ zaman” demektir. Karaciğerimizin üstünde öd kesemiz vardır,  o zamanı bildirir. Ödlek o kesenin patlayacağından korkan insanlardır. Oradan kelime günümüze kadar gelmiş,  bugün Türkiye Türkçe’sinde yaşıyor. Alper Tunga hakikaten bunun için çok büyük kahraman. Bozüyüğ’ün fethi sırasında Osman Gazi’nin alplerinden birisinin adı Kara Tonadır. Kara Tona’ya Bozüyük dirlik olarak verilir. Oraya yerleşir ve kendi adına bir mahalle kurar. Kara Tona Mahallesi’nin adı halk arasında söylene söylene Karadona olur. 1946’da yer adlarını değiştirme konusunda bir komisyon kurulur. Komisyon bu adın ne ile ilintili olduğunu bulamaz ve pek kulağa hoş olmadığı için bu tarihi adı değiştirirler. Ankara’dan çıkıp Sungurlu’ya doğru yaklaştığınızda Aşağı Tona,  Yukarı Tona diye iki köy adı göreceksiniz.
Ercilasun: Tona, pars anlamındadır.
Özkan: Uygur Türkleri’nin Abdurrahman Han Destanı’nda destan kahramanı kendisinin “er tona bolup” düşmanlara karşı savaşan bir kahraman olacağını ifade eder. Destan kahramanlarının adları da diğer destanlar içerisinde yaşatılmaya devam ediyor.
Bağcı:Bu sözlü gelenekte yaşayan destanların yazıya geçirildiğinde daha kalıcı olduğunu söylediniz. Böyle bir istek nasıl bir şekilde doğabilir sizce? Dede Korkut öyküleri nasıl olup ta,  hangi güdüyle yazıya geçirilmiş?
Ercilasun: Yerleşik medeniyetin yazı kültürünün gelişmiş olması lazım. Bozkır hayatına,  konar göçer hayatına devam ettiğiniz sürece bu arzu ortaya çıkmaz. Nasıl olsa destanlar anlatıla anlatıla nesilden nesile geçiyor. Dede Korkutun yazıya geçirildiği tarih bazı araştırmacılara göre 15.yy,  bazı araştırmacılara göre 16.yy’ın ilk yarısıdır. 15.yy’da Anadolu’da ve Azerbaycan’da nispeten bir yerleşik kültür ortaya çıkmış. Elbette pek çok göçebe Türk topluluğu var o dönemde de ama bir yerleşik kültür,  yerleşik medeniyet ortaya çıkmış. Bir kaç yüzyıldır insanlar Oğuz Türkçe’sini yazı dili haline getirmişler. 13.yy’dan beri pek çok eser yazmışlar. Mesela Tevarih-i Al-Osman gibi Osmanlı sülalesinin tarihini anlatan bir eser bu dönemin ürünlerindendir. Aşık Paşazade,  Oruç Bey de Dede Korkut öykülerinin yazıya geçirilmesinden öncedir. Aşık Paşazade’nin Garipnamesi,  şiir kitapları,  tıp kitapları da mevcut yani yazılı kültür 13.yy’dan itibaren doğmuş. 15.yy’da da bu toplum elbette ki sözlü gelenek içinde yaşayan destanları da yazıya geçirme ihtiyacı içinde olmuş. Dede Korkutun yazıya geçirildiği coğrafya büyük ihtimalle Doğu Anadolu. Doğu Anadolu 15.yy’da Osmanlı toprağı değildi. 15.yy’da önce Karakoyunlu sonra Akkoyunlu Türkleri’nin toprağıydı. Bu devletlerin her ikisi de hem Doğu Anadolu’yu hem Güneydoğu Anadolu’yu hem de bugünkü Kuzey Azerbaycan’ı ve şimdi İran toprakları içindeki Güney Azerbaycan’ı içine alan büyük devletlerdi. Fatih Sultan Mehmet ile Akkoyunlu Uzun Hasan’ın mücadelesini de hatırlatmakta yarar var. O coğrafyada,  o tarihlerde Dede Korkut yazıya geçirildi. Bunda hükümdarların birbirleriyle yarışmasının da payı var. 15.yy Anadolu ve Azerbaycan’daki hepsi Oğuz neslinden gelen hükümdarların birbirleriyle yarış halinde oldukları bir dönemdi. Bu yarış kendilerini Oğuz Kağan nesline bağlamak adına yaptıkları bir yarıştı. Uzun Hasan Bayındır boyundan olduğunu ileri sürüyordu. Osmanlılar tarihlerinde Kayı olduklarını yazıyorlardı. Yavuz Sultan Selim de Oğuz Kağan’ın torunu olduğunu iddia etmiştir. Aynı şekilde Karakoyunlular Sahur boyundan olduklarını söylüyorlardı. Bu yarışın sonunda Akkoyunlu hükümdarları Dede Korkut boylarının yazıya geçirilmesinde rol oynamış olabilirler. Ben bunu sadece bir tahmin olarak söylüyorum.
Bağcı:O dönemde başka yazılı destanların bulunması da söz konusu Battalname,  Danişmendname,  Şeyhname gibi.
Ercilasun: 14., 15.yy’da Anadolu’da teşekkül etmiş destanlar söylediğiniz destanlar. Danişmendname Anadolu’da Danişmendoğulları’nındır. Bu sülale Orta Anadolu’yu Sivas,  Erzincan,  Tokat'ı Türkleştiren bir sülale. Saltukname,  Battalname o dönemde bir yandan sözlü olarak söylenirken bir yandan da yazıya geçirilmiş destanlar. Onların yazıya geçirilmesi Dede Korkutun yazıya geçirilmesine etki etmiş olabilir.
Bağcı:Saray edebiyatı ve halk edebiyatı ayrımı koyabilirsek,  kimi zaman çok örtüşük olarak yaşadığını biliyoruz ama ikisini ayrı ayrı düşünmeye çalışırsak,  bu destanları daha çok halk edebiyatına mal edersek,  sultanların,  önemli yönetici kişilerin kütüphanelerinde özenle iyi hattatlar tarafından istihza edilmiş,  güzel ciltlerle ciltlenmiş örnekleri var mıydı bu destanların?
Ercilasun: Bizde seyrek. Şeyhname bu bakımdan çok şanslı. Onu da yazdıran bir Türk hükümdarı biliyorsunuz Gazneli Sultan Mahmut. Kendisini İran-Turan hükümdarı olarak gördüğü için belki bunun da yansımasını istiyor ama sonuç olarak o destan Fars milletini dirilten,  Fars dilinin ölmemesini sağlayan bir destan. O destan ilginç bir şekilde saray muhiti içinde yazıya geçmiş,  dediğiniz şekilde minyatürlerle süslenmiş bir destan. Bizde Oğuzname adı verilen Oğuz Kağan Destanı’nın biraz özeti sayabileceğimiz bazı yazmalar Topkapı Sarayı’nda var. Bunlar Reşidettin’den tercümedir. Reşidettin 14.yy’ın başlarında umumi bir dünya tarihi yazmış. Bunun içinde çok geniş yer tutan Türk ve Moğolların tarihi de var. Bunun içinde Farsça olarak Oğuz Kağan Destanı var. Buna Oğuzname deniyor. Bizim için belki hayıflanılacak bir durum. Oğuz Kağan Destanı’nın en geniş,  en eski nüshası bu Farsça nüshadır,  Reşidettin’in Cami-ü’t-Tevarihi içindedir. Oğuz Kağan Destanı daha sonra bir yüzyıl,  iki yüzyıl sonra İstanbul’da da yazıya geçirilmiş,  bu nüsha Topkapı Sarayındadır. Bu konuda en çok çalışan Orhan Şaik Gökyay’ın adını analım burada. Orhan Şaik Gökyay’ın destana yakışır kalınlıkta Dedem Kokutun Kitabı adlı eseri var. İkinci baskısı Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında yeniden çıktı. Onun arkasında Oğuz Kağan ve çevresindekileri gösteren minyatürler var.
Bağcı:Seyit Lokman Aşuri’nin yazmış olduğu Züttet-üt Tevarih adlı eserinin minyatürlü bir nüshasında sayfa kenarlarında Oğuzname verev olarak yazılmış. Oğuzname ile Osmanlı’nın fiziksel olarak da bir araya getirilmesi bakımından çok ilginç.
Özkan: Bizdeki tarihçiliğin genel anlamı içerisinde Oğuzname Türk tarihi olarak kabul edilmiştir. Zaten Reşidettin Moğol asıllıydı ve İlhanlı sarayında Türk tarihi ile ilgili kısma Oğuzname’yi almıştır. Ondan sonraki tarihçilerimizde zaman zaman buna atıfta bulunarak Türk tarihinin özellikle İslam öncesi bilinmeyen kısmını buradan kaydetmişlerdir. Esasen bizdeki destan geleneği sözlü olarak teşekkül etmiştir ve sözlü olarak yaşatılmıştır. Destanlarımızın tespit edilemeyişinin bir diğer sebebi de Nihat Sami Banarlı’nın deyişiyle destan devrini yaşamaktan Türk milletinin kurtulamamış olmasıdır. Savaşları,  mücadeleleri oradan beri akıp gelen bir hayatları var ve bunları tespit edecek zaman bulamadılar. Ancak destanlar hanın huzurunda da okunuyor. Oğuzname’nin bir de Uygur rivayeti var. V.Bang  ve Reşit Rahmeti Arat bunu 1934’te yayınladılar. 1936’da Türkiye’de İstanbul Üniversitesi yayınlarında çıktı. Orada bir Uygur bahşısı Oğuzname’yi tespit etmiş. Oradaki ifadelerden bazıları üzerinde durursak,  “ben Uygurların kağanı bolamen” yani ben Uygurların kağanıyım derken bu destanın hükümdarın arzusuyla yazıya geçirildiği anlaşılıyor. Dede Korkut kitabı “Hanım hey” diye başlar. Bu ifade de bize destanın hanın huzurunda okunduğunu net bir şekilde göstermektedir. Yerleşik hayatla birlikte destanların yazıya geçirilmesi biraz hız kazanmıştır. Bana göre Dede Korkut Osmanlı dairesinde yazıya geçirilmiştir,  Akkoyunlu dairesinde değil. Kitabın baş kısmındaki “ Ahir zaman geldiğinde hanlık girü kayuya değe” ifadesi ve“ Ertuğrul Osman neslidir,  gide yorur “ ifadesi var.
Ercilasun: Girişte sülalesinin kayuya yani Osmanlılara değdiğini açıkça ifade ettiğine göre yazıya geçirilmesi Osmanlı’nın Doğu Anadolu’yu almasından sonraya denk gelir ki o da Çaldıran Savaşı’ndan sonra,  1514’ten sonra demektir.
Özkan: Bana göre de daha geç. Ben aslen Güney Azerbaycanlı Türklerden ama Vladimir jirmunski ekolünü Sovyetler Birliği döneminde devam ettiren Halih Köroğlu’nun dediğine katılıyorum. Ala Lisan-ı Tahife-i Oğuzan Kitab-ı Dedem Korkut ibaresinin ebçetle 1585 yılına tekabül ettiğini söylüyor ki bunun 16.yy’a doğru olduğu bütün bu ifadelerden sonra berraklaşıyor gibi geliyor.
Ercilasun: Ben orada galiba bir yanılgıya düştüm. Okunması Akkoyunlular zamanında her halde. Bizim bugün yazılı metinde okuduğumuz biçimi alması Akkoyunlular devrinde olmuş.
Özkan: Bu destan çok dinamik bir destan. Hakikaten Dede Korkut kitabı için Fuat Köprülü Bey Türk edebiyatının tüm verimlerini terazinin bir kefesine Dede Korkutu diğer kefesine koysanız Dede Korkut ağır basar demiştir. Bu gerçekte doğru değildir ama Dede Korkut kitabı bizim için oldukça önemlidir. Buradaki bütün hadiseler bana göre Türkistan’da cereyan etmiştir ama Oğuzların Azerbaycan’a,  Doğu Anadolu’ya geldikten sonraki mücadeleleri de bu kitabın içine karışmıştır. O bakımdan eski Sovyetler Birliği döneminde destanlar ile ilgili bir anlayış vardı. Öncelikle kahramanlık destanları yasaktı,  milli ruhu beslediği için. İkinci Dünya Savaşı yıllarında cepheye insanları göndermek için onlara bir ruh vermek gerekiyordu. O dönemde biraz izin verildi sonra tekrar yasaklandı. 1950’li yıllarda ilk defa defa Sasunlu David arkasından Sota Rustaveli’nin Kaplan Postuna Bürünen Kahraman destanlarına  izin verilince burada yaşayan Türk toplulukları da kendi destanlarının yayınlanmasını istediler. Fakat bütün planlama merkezi olduğu için destanlar Türk Cumhuriyetleri’ne paylaştırıldı. Azerbaycan’a Dede Korkut verildi,  Türkmenler’e Köroğlu verildi,  Alpamış Özbeklere verildi. Oysa bu destanlar bütün Türk boylarında anlatılıyor ve destan anlatım geleneği müşterekti. Destan anlatım geleneği müşterek olduğu için bir Özbek bahşısı komşu Kazak obasına gidip müşterek bir destan anlatım lehçesiyle destanları anlatıyordu. Bu anlayış destanları bir bakıma sınırlandırdı. Bugünkü destanlar üzerine yapılan çalışmalar açık ve net bir biçimde gösteriyor ki Türk Destanları başlangıçta bir Türk Boyu içinde teşekkül etse bile işlenmiş ve sevilmişse sözlü dolaşımı pek çok Türk kavmi arasında gerçekleşiyordu.Bu bakımdan destanlarımızın büyük bir kısmı tek bir Türk Boyunun değil Bütün Türklerin edebi eserleridir. Türk boyları temelde iki Kıpçak ve Oğuz diye iki kısma ayırırsak,  destanlarda bunlar arasında da çok geçiş var.
Ercilasun: Bazıları bazı Türk boylarında daha yaygın olabilir ama genel olarak bir Türk destanı birden fazla Türk boyunda yaygınlaşmış oluyor. Diğer boylara da bir şekilde izi ulaşmış oluyor. Destan-tarih ilişkisi için her halde ayrı bir program yapmamız gerekecek.
Bağcı:Bugünkü konuşmamızın bazı yanları eksik kaldı. Bunlardan bir tanesi destanlardaki ortak bir takım ana motifler ve yaygınlığı. İsterseniz bunları gelecek haftaki programımıza bırakalım. Tarih-destan ilişkisi,  destanın tarih,  tarihin destan olması gibi konuları da bir dahaki haftaya tartışalım. Az da olsa bir miktar vaktimiz var. İsterseniz gelecek hafta konu edineceğimiz destanların isimlerini alalım sizden.
Ercilasun: Alper Tunga Destanı en eski olayları anlatan destanımız. Sakalara ait Şu Destanı arkasından Oğuz Kağan Destanı geliyor. Ergenekon,  Göç ve Türeyiş Destanları Türklerin eski dönemlerine ait destanlar. Türklerin orta dönemlerine ait Manas Destanı,  Dede Korkut ki bana göre Oğuz Kağandan çıkmıştır. Köroğlu Destanı,  Alpamış gibi destanlar.
Bağcı:Sevgili seyirciler Ahmet Beyin saydığı bu destanlar hakkında gelecek hafta daha çok bilgileneceğiz. Gelecek hafta görüşmek üzere hoşça kalın. Katıldığınız için size de çok teşekkür ediyoruz. İyi günler efendim.  
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

12. SINIF 3. ÜNİTE ŞİİR TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERS NOTLARI (2023-2024)

3. ÜNİTE ŞİİR 12. SINIF TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERS NOTLARI    (2023-2024) 1. SAF (ÖZ) ŞİİR ANLAYIŞI   SAF (ÖZ) ŞİİRİN O...