TÜRK DESTANLARI
Prof. Dr.
Umay Günay
Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk
Edebiyatının da ilk örnekleri destanlardır. Türk edebiyat geleneği içinde
"destan" terimi birden fazla nazım şekli ve türü için kullanılmış ve
kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden mesnevilerin bir
bölümü ve manzum hikâyeler, Anonim edebiyatta ve Âşık edebiyatında koşma veya
mâni dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdî, sosyal,tarihi, acıklı veya
gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli uslûplarla aktaran nazım türüne ve
bu yazıda ele alınan kâinatın, insanlığın, milletlerin yaradılışını ,
gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli olay ve nesnelerle ilgili
sebeb açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle anılan
eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile
anılmaktadır.
Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar,
çeşitli konularda yaradılış hikâyeleri yanında, milletlerin hayatında büyük
yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde
ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum hikayeleridir.
Destanlar bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar,
anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve
geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en ülkücü eserleri olarak
kabul edilirler. Destanlar her zaman tarihî gerçekleri doğru biçimde
nakletmezler. Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak
bilinçaltının, vicdanının istek, beklenti ,doğruları ve değerleri ile
idealleştirilir, eski hatıralarla birleştirilerek tarihî gerçekmiş gibi
anlatılırlar.
Her milletin millî kimlik ve nitelikleri, ortak dünya görüşü ,
hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve yanlışları da destanlarına yansır.
Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve savaşcılık yanında verdiği sözde
durma , acizlere ve mağluplara hoşgörü ile yaklaşma, yardımcı olma Türk
destanlarında dile getirilen ortak değer ve kabullerdir.
Türk
destanları,kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin
doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri, zafer ve
yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebep açıklayıcı efsaneyi de içinde
barındırır. ilk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk destanlarından
Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında bütünüyle günümüze
gelebilen örnek bulunmamaktadır.Diğer Türk destanları çeşitli kaynaklarda özet,
epizot, hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde bulunmaktadır.
Türk tarihine ana hatlarıyla bakıldığında Türk
hayatı fetihlerle başlamış ve yeni toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk
anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman terk edilmemiştir. Türk halkları ilk
anayurt olan Orta Asya'dan itibaren dünya coğrafyası üzerinde geniş alana
yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek çok özerk toplulukta ve çeşitli
devletlerin idaresinde azınlık halinde yaşamaktadır. Türk kültürü de tarih ve
coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve
birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen
ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeple Türk destanları da
tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine paralel
olarak çeşitlenmiştir. Türk destanları, anahatlarıyla kültür dâirelerine,
kronolojik ve içinde teşekkül ettikleri veya muhafaza edildikleri siyâsî
birliklere göre şöyle sınıflandırılmaktadırlar:
İlk Türk Destanları
1.Altay
- Yakut
Yaradılış Destanı
2.Sakalar
Dönemi
a.Alp Er Tunga Destanı
b.şu
Destanı
3.Hun
Dönemi
Oğuz Kağan Destanı
4.Köktürk
Dönemi
a.Bozkurt Destanı
b.Ergenekon Destanı
5.Uygur
Dönemi
a.
Türeyiş Destanı
b. Göç Destanı
İslamiyetin
Kabulunden Sonraki Türk
Destanları :
1.Karahanlı
Dönemi
Satuk
Buğra Han Destanı
2.Kazak-Kırgız Kültür
Dâiresi
Manas
3.Türk-Moğol
Kültür Dâiresi
Cengiz-name
4.Tatar-Kırım
Timur
ve Edige Destanları
5.Selçuklu-Beylikler ve Osmanlı
Dönemleri
a.
Seyid Battal Gazi Destanı
b.
Danişmend Gazi Destanı
c.Köroğlu Destanı
Türk Kozmogonisi-Yaradılış Destanı:
Altaylardan Verbitskiy'in derlediği yaradılış
destanı özetle şöyledir: Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız
sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu.
Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi.
Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye
düşünerek şöyle dedi :
Bir
dünya istiyorum, bir soyla
yaratayım
Bu dünya
nasıl olsun, ne boyla yaratayım
Bunun
çaresi nedir, ne yolla yaratayımş
Su içinde yaşayan Ak
Ana,su yüzünde göründü ve Tanrı
Ülgen'e şöyle dedi :
Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak
şu kutsal sözü öğren :
De ki hep," yaptım oldu " başka bir şey söyleme.
Hele yaratır
iken,"yaptım olmadı" deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı
Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . insana da bu öğüdü iletmekten
bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de,
yok olup da gitmeyiniz." Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın
yer!" Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!" Bu buyruklar verilince yer
ve gök yaratılmış. Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu
balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış bir yerde sabit
olmuş.Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı
şire'ye balıkları denetleme görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan
sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın
başına geçip oturmuş.Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı
Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden
başka fazladan dokuz dünya birer cehennem ile bir de yer yaratmıştı. Günlerden
bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil
gördü" insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak
üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik"
adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve
hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.
Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri
topraktan yedi insan yarattı. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini
düşünerek insanı korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan sonra yedi
insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl
verdi.Tanrı Ülgen insanları idare etmek üzere May-Tere'yi yarattı ve onu
insanoğlunun başına han yaptı. Yakut'lardan (Saka) derlenen yaradılış
efsaneleri de Altay yaradılış destanının yakın varyantı niteliğindedir .
XIX.yüzyıl'da derlenen bu efsanelerin çeşitli din ve kültürlerin etkilerini
taşıdıkları düşünülmektedir.
Alp Er Tunga
Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve şu olmak
üzere iki destan tesbit edilmiştir. Alp Er Tunga, M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış
kahraman ve çok sevilen bir Saka hükümdarıdır. Alp Er Tunga Orta Asya'daki
bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış daha sonra
Kafkasları aşarak Anadolu Suriye ve Mısır'ı fethetmiş ve Saka devletini
kurmuştur. Alp Er Tunga'nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele
ettiği iranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev 'in davetinde hile ile
öldürülmüştür. Alp Er Tunga ile iranlı Med hükümdarları arasındaki bu
mücadelelerin hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem iranlılar arasında
yaşatılmıştır. Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot'ta Madyes, iran
ve islâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır.
Orhun Yazıtlarında "Dokuz Oğuzlar"
arasında "Er Tunga" adına yapılan "yuğ" merasiminden söz
edilmektedir. Turfan şehrinin batısında bulunan "Bezegelik" mabedinin
duvarında da Alp Er Tunga'nın kanlı resmi bulunmaktadır. "Divan ü Lügat-it
Türk" ün yazarı Kaşgarlı Mahmud'a ve " Kutadgu Bilig" yazarı
Yusuf Has Hacip'e göre "Alp Er Tunga" iran destanı
"şehname" deki büyük ve efsanevî Turan hükümdarı
"Efrasiyab"dır. Divan ü Lûgat-it Türk'de Turan hükümdarlığının
merkezi olarak "Kaşgar" şehri gösterilmektedir. islâmiyeti kabul
etmiş olan Karahanlı devleti hükümdarları da kendilerinin "Efrasyap"
sülalesinden geldiklerine inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdir. Moğol tarihçisi
Cüveyni de Uygur devletinin hükümdarlarının da Efrasyap soyundan olduğunu
yazmaktadır. şecere-i Terakime'ye göre Selçuklu Sultanları kendilerini Efrasyab
soyundan kabul ederlerdi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğıinin
dağılmasından sonra iletişim kurmak imkânı bulduğumuz ve Rusların Yakut adını
verdiği Türk gurup aslında kendilerine Saka dediklerini söylemişlerdir. Tarih
içinde kaybolduğunu düşündüğümüz Saka Türklerinin az da olsa bir bölümünün bugün
hayatiyetlerini sürdürmeleri pek çok meselenin yeniden araştırılarak doğruların
ortaya çıkmasına yardımcı olabilecektir.Tarihçi Mesudî de M.S. 7. yüzyılın
başındaki Köktürk hakanının "Efrasyab" soyundan olduğunu yazmaktadır.
Bütün bu bilgilerden hareketle "Tunga Alp" le ilgili efsanelerin Kök
Türklerden önce doğu ve orta Tiyanşan alanında yaşayan Türkler arasında meydana
geldiğini ve bu destanın daha sonraları Kök Türk ve Uygurlar arasında yaşayarak
devam ettiğini göstermektedir.Alp Er Tunga destanının metni bu güne
ulaşamamıştır. Bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda bu değerli Saka
hükümdarı ve kahramanı hakkında bilgiler ve bir de sagu (ağıt) tesbit
edilmiştir:
Alp Er
Tunga Öldü mü
Dünya
sahipsiz kaldı mı
Korkak öcünü
aldı mı
şimdi yürek
yırtılır
Felek
yarar gözetti
Gizli
tuzak uzattı
Beğlerbeyini
kaptı
Kaçsa
nasıl kurtulur
Erler
kurt gibi uludular
Hıçkırıp
yaka yırttılar
Acı seslerle
bağırdılar
Ağlamaktan gözleri kapandı
Beğler atlarını yordular
Kaygı
onları durdurdu
Benizleri yüzleri sarardı
Safran sürülmüş gibi oldular
Kutadgu Bilig'de "Alp Er Tunga"
hakkında şu bilgi verilmektedir: " Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya
beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında adı
meşhur ikbali açık olanı Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve çok faziletlere
sahip idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi ; zaten âlemde ferasetli
insan bu dünyaya hâkim olur. iranlılar ona Efrasiyap derler; bu Efrasiyap
akınlar hazırlayıp ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek
için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lâzımdır. iranlılar bunu kitaba
geçirmişlerdir.Kitapta olmasa onu kim tanırdı." Bugünkü bilgilerimize göre
Alp Er Tunga ile ilgili en geniş bilgi iran destanı şehname'de tesbit edilmiştir.
şehname'nin başlıca konularından biri iran -Turan savaşlarıdır. Bu destana göre
en büyük Turan kahramanı önce şehzade sonra hükümdar olan
Efrasyap'tır.şehname'deki Alp Er Tunga ile ilgili bilgiler şöyle özetlenebilir:
"Turan şehzadesi Efrasyap babasının
isteği üzerine iran'a harp açtı. iki ordu Dihistan'da karşılaştılar.Boyu servi,
göğsü ve kolları arslan gibi ve fil kadar kuvvetli olan Efrasyap, iranlı'ları
yendi. iran padişahı Efrasyap'a esir düştü. iran'ın ilk intikamını o zaman
iran'a bağlı olan Kabil Padişahı Zal aldı. Zal başarılı olmasına rağmen iran
şahının öldürülmesini engelleyemedi. Efrasyab iran'ı ele geçirmek için yeni bir
savaş açtı. İran'ın yetiştirdiği en büyük kahramanlardan Zal oğlu Rüstem
Efrasyab'ın üzerine yürüdü.. Efrasyab ile Zal oğlu Rüstem arasında bitmez
tükenmez savaşlar yapıldı. iran tahtında bulunan Keykâvus, hem oğlu Siyavuş'u
hem de Zal oğlu Rüstem'i darılttı. Siyavuş Efrasyap'a sığındı . Siyavuş'un
Turan'da bulunduğu sırada evlendiği Türk beyi Piran'ın kızından bir oğlu oldu.
Siyavuş oğluna babası Keyhusrev'in adını verdi. Efrasyab uzun yıllar Turan'da
hükümdarlık etti. iran'lılar Siyavuş'un oğlu Keyhusrev'i kaçırarark iran
tahtına oturttular. Keyhusrev Zaloğlu Rüstem'le işbirliği yaptı ve Turan
ordularını yendi. Keyhusrev ile Efrasyap defalarca savaştılar. Sonunda ordusuz
kalan Efrasyap Keyhusrev'in adamları tarafından öldürüldü. şehname'de Efrasyap
adıyla anılan Turan hükümdarı Alp Er Tunga'nın iran hükümdarlarına sık sık
yenildiği anlatılmaktadır. Ancak iran Turan savaşlarında iran hükümdarları
sürekli değişmiş ı4o yıl yaşadığı rivayet edilen Alp Er Tunga ise mücadeleye
devam etmiştir. Bu durum Efrasyap'ın başarısız olmadığını gösterir. Gerçek
destan metni bulunduğu takdirde bu destanla ilgili daha sağlıklı değerlendirmeler
yapılabilir görüşündeyim.
Şu Destanı :
Şu destanı M.Ö. 330-327 yıllarındaki
olaylarla bağlantılıdır. Bu tarihlerde Makedonyalı iskender, iran'ı ve
Türkistan'ı istilâ etmişti. Bu dönemde Saka hükümdarının adı şu idi. Bu Destan
Türklerin iskender'le mücadelelerini ve geriye çekilmeleri anlatımaktadır.
Doğuya çekilmeyen 22 ailenin Türkmen adıyla anılmaları ile ilgili sebeb
açıklayıcı bir efsane de bu destan içinde yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud Divan
ü Lügat-it Türk'de iskender'den Zülkarneyn olarak bahsetmektedir.Destanın
tesbit edilebilen kısa metni şöyle özetlenebilir: iskender, Türk memleketlerini
almak üzere harekete geçtiğinde Türkistan'da hükümdar şu isminde bir gençti.
iskender'in gelip geçici bir akın düzenlediğine inanıyordu.Bu sebeble de iskender'le
savaşmak yerine doğuya çekilmeği uygun bulmuştu. iskender'in yaklaştığı haberi
gelince kendisi önde halkı da onu izleyerek doğuya doğru yol aldılar. Yirmi iki
aile yurtlarını bırakmak istemedikleri için doğuya gidenlere katılmadılar.
Giden gurubun izlerini takip ederek onlara katılmaya çalışan iki kişi bu 22
kişiye rastladı. Bunlar birbirleriyle görüşüp tartıştılar. 22 kişi bu iki
kişiye: "Erler iskender gelip geçici bir kişidir. Nasıl olsa gelip geçer ,
o sürekli bir yerde kalamaz. Kal aç" dediler. Bekle , eğlen, dur anlamına
gelen "Kalaç" bu iki kişinin soyundan gelen Türk boyunun adı oldu.
iskender Türk yurtlarına geldiğinde bu 22 kişiyi gördü ve Türk'e benziyor
anlamında " Türk maned " dedi.Türkmenlerin ataları bu 22 kişidir ve
isimleri de iskender'in yukarıdaki sözünden kaynaklanmıştır. Aslında
Türkmenler, Kalaçlarla birlikte 24 boydur ama Kalaçlar kendilerini ayrı kabul
ederler. Hükümdar şu Uygurların yanına gitti. Uygurlar gece baskını yaparak
iskender'in öncülerini bozguna uğrattılar.Sonra iskender ile şu barıştılar.
iskender Uygur şehirlerini yaptırdı ve geri döndü. Hükümdar şu da Balasagun'a
dönerek bugün şu adıyla anılan şehri yaptırdı ve buraya bir tılsım koydurttu.
Bugün de leylekler bu şehrin karşısına kadar gelir, fakat şehri geçip gidemezler.
Bu tılsımın etkisi hâlâ sürmektedir.
Bu destana göre iskender Türkistan'a
geldiğinde Türkmenlerin dışındaki Türkler doğuya çekilmişlerdi. iskender
Türkistanda mukavemetle karşılaşmamış bu sebeble de ilerlememiştir. Büyük
ölçüde çadırlarda yaşayan Türkler iskender'in seferinden sonra şehirler kurmuş
ve yerleşik hayatı geliştirmişlerdir.
Hun - Oğuz Destanı :
Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri
arasında hükümdarlık yapmış olan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı etrafında
şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli
günümüze ulaşmamıştır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı
bulunmaktadır. XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve
islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul
edilebilir. XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmiüt-Tevârih
adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı islâmî varyantların ilkini
temsil etmektedir. Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda
Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve
önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.
Oğuz Kağan Destanının İslamiyet Öncesi
Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara
perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten
sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi.Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü.
Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü
gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un
yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir
gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve
insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı
avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti.
Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken
geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı
bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde
gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi.
Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı
öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da
oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya
yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha
parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan
çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca
gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve
gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız
isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında
bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı,
inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse
dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden
gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve
Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk
masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler, tatlılar, kımızlar
yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben
sizlere kağan oldum
Alalım yay
ile kalkan
Nişan
olsun bize buyan
Bozkurt
olsun bize uran
Av
yerinde yürüsün kulan
Dana
deniz, daha müren
Güneş
bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir
tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve
yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim
emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş
eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok
ettiririm". Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a
pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk
kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan
vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul
etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum
Kağana doğru yürüdü.Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını
kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir
ışık girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt:
" Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde
yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla
birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren
denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz
Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın
hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu
izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil
ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un
bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.
Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın
çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman
beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri
döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi.
Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen
Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli
erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı
Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi
ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü
gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri
savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek
çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge
veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün
doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru
gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında
paylaştırdı.
Köktürk Destanı
Köktürklerle ilgili tesbit edilen destanın
iki farklı rivayeti bulunmaktadır. Çin kaynaklarında tespit edilen varyant
"Bozkurt", Ebü'l-Gâzi Bahadır Han tarafından tespit edilen varyant
şecere-i Türk'te ise "Ergenekon" adıyla verilmiştir.
Ergenekon Destanı
Moğol ilinde Oğuz Han soyundan il Han'ın
hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş
açtı. ilhan'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım
alarak yendi. ilhanın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız il Han'ınn küçük
oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kaçıp kurtulmayı
başardılar.Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verdiler.
Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite
vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler,
çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya
şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ
kemeri anlamında "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamındaki
"Kon" kelimesini birleştirerek "Ergenekon" adını verdiler.
Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o
kadar çoğaldılarki Ergenekon'a sığamadılar.Atalarının buraya geldiği geçitin
yeri unutulmuştu.Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar. Bir
demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin
bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş
yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler.Demir eridi, yüklü bir
deve geçecek kadar yer açıldı.ilhan'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş
olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Egenekondan
çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir
parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler
demiri örsün üstüne koyarak döğerler. Bugün hem yeniden özgür hem de bahar
bayramı olarak hala kutlanmaktadır.
Uygur Destanları
Uygurlara âit Türeyiş ve Göç isimli iki
destan parçası tesbit edilmiştir.Türeyiş parçası Çin kaynaklarından Göç ise hem
Çin hem iran kaynaklarında bulunmaktadır.
Türeyiş Destanı
Eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki
kızı vardı. Bu bey kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini düşünüyordu.
Bu sebeble ülkesinin kuzey tarafında yüksek bir kule yaptırarak iki güzel
kızını Tanrılarla evlenmek üzere buraya yerleştirdi. Bir süre sonra kuleye
gelen bir kurdun Tanrı olduğu düşüncesiyle kızlar bu kurtla evlendiler. Bu
evlenmeden doğan Dokuz Oğuzların sesi kurt sesine benzerdi.
Göç Destanı
Uygurların yurdunda "Hulin" isimli
bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak çıkardı. Bir gece
oradaki bir ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında
yaşayan halk bunu dikkkatle izlediler. Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu,
ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve
içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri
olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Çok zaman
geçti. Yuluğ Tiğin isimli bir prens hükümdar oldu. Çinlilerle çok savaştı. Bu
savaşlara son vermek için Oğlu Galı Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe
karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki
Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler
kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine
sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin'e
taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın
gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve
kuraklık oldu . Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Buraya kadar kısaca tanıtmağa çalıştığımız
Türklerin ilk dönem edebî eserleri olan Yaratılış, Alp Er Tunga, şu, Oğuz
Kağan, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları bugünkü bütün Türk Cumhuriyet ve
Topluluklarının ortak destanları olarak kabul edilmektedir. Büyük bir ihtimalle
XV. yüzyılda yazıya geçirildiği kabul edilen "Dede Korkut Hikâyeleri"
nin Hun-Oğuz Destan dâiresinden ayrılmış destan parçası olduğu görüşü oldukça
yaygındır. Dede Korkut Hikâyeleri ve bu hikâyelerin hem anlatıcısı hem de
kahramanlarından biri olan Dede Korkut bütün Türk dünyasında ortak olarak
tanınan sözlü ve yazılı gelenekte yaşatılan önemli eserlerden biridir.
Türklerin X. yüzyılda büyük kitleler halinde islâmiyeti kabul etmelerinden ve
Oğuzların büyük bir bölümünün batıya bugünkü Anadolu topraklarına göçmelerinden
sonra gerek Orta Asyada gerek Anadolu , Balkanlar ve Orta Doğuda, Türkler
farklı siyasî birlikler içinde yaşamışlardır. X. yüzyıldan sonra teşekkül eden
destanlardan Köroğlu dışındakiler Türk topluluk ve guruplarının iletişimleri
ölçüsünde yaygınlaşmıştır. Köroğlu destanı XVI. yüzyılda Anadolu'da teşekkül
etmiş ve hemen hemen bütün Türk dünyası tarafından benimsenmiş ve çeşitlenerek
yaşatılmaktadır.
İslâmiyeti resmen
devlet dini olarak kabul etmiştir. islâmiyetten sonra ilk teşekkül eden destan
da bu hükümdarın islâmiyeti kabul ve yaymak için yaptığı mücadelelerin
efsanelerle zenginleştirilerek anlatımıyla doğmuştur. Bu destanın bir
elyazmasında bulunan metni kısaca şöyle özetlenebilir :
Satuk Buğra Han Destanı
Hz. Muhammed kanatlı atı Burak'ın sırtında
göklere yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki
peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim
olduğunu sorar.
Cebrail :
" Bu peygamber değildir. Bu sizin
ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin
dininizi yayacak olan bu ruh " Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını
alacaktır." Hz. Muhammed yeryüzüne döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk
ülkesine yayacak olan bu insan için dua etti. Hz. Muhammed'in arkadaşları da bu
ruhu görmek istediler. Hz. Muhammed dua etti. Başlarında Türk başlıkları
bulunan silâhlı, kırk atlı göründü. Satuk Buğra Han ve arkadaşları selâm verip
uzaklaştılar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu
olarak dünyaya geldi. Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış
olduğu halde bahçeler , çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun
büyüyünce müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini isterler. Satuk Buğra
Hanı, annesi : " Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden
kurtarır.
Satuk Buğra Han ı2 yaşında arkadaşlarıyla
birlikte ava çıkmağa başlar. Avda oldukları günlerden birinde kaçan bir
tavşanın arkasından hızla koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan
durur ve bir ihtiyar insan görünümü kazanır.Satuk Buğra Han'ın sonradan Hızır
olduğunu anladığı bu yaşlı kişi ona müslüman olmasını öğütler ve islâmiyeti
anlatır. Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcasından islâmiyeti kabul
etmesini ister. Kaşgar Hanı, müslüman olmayacağını söyler. Satuk Buğra Han'ın
işaretiyle yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür. Satuk Buğra Han hükümdar
olur ve bütün Türk ülkeleri onun idaresinde islâmiyeti kabul ederler. Satuk
Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak için mücadele ile geçirmiştir. Menkabelere
göre Satuk Buğra Han'ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcı
varmış ve savaşırken etrafına ateşler saçıyormuş. 96 yaşında Tanrıdan davet
almış bu sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada ölmüştür.
Manas Destanı
Kırgız Türkleri arasında doğan Manas destanı
Kazak-Kırgız Türk kültür dâiresi içinde bugün de bütün canlılığı ile
yaşamaktadır. Bu destanın XI ile XII. yüzyıllarda meydana geldiği
düşünülmektedir. Destanın kahramanı Manas da, Oğuz Kağan destanının islâmî
rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi islâmiyeti yaymak için mücadele eden bir
kahramandır. Böyle olmakla beraber Manas destanında islâmiyet öncesi Türk
kültür , inanç ve kabullerinin tamamını görmek mümkündür. Bazı varyantları
4oo.ooo mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız
dâiresinin kültür belgeseli niteliğindedir.
Cengiz-nâme
Ortaasya'da yaşayan Türk boyları arasında
XIII. yüzyılda doğup gelişmiştir. Cengiznâme Moğol hükümdarı Cengiz'in hayatı,
kişiliği ve fetihleri ile ilgili olarak Cengiz'in oğulları tarafından idare
edilen Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya'da yaşayan Türkler
özellikle de Başkurd, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok severek
günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-nâme'de, Cengiz bir Türk kahramanı olarak
kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi anlatılmaktadır. Cengiz, Uygur
Türeyiş destanının kahramanları gibi gün ışığı ile Kurt-Tanrı'nın çocuğu olarak
doğar. Cengiz-nâme, Moğol Hanlarının destanî tarihi olarak kabul edildiğinden
tarih araştırıcılarının da dikkatini çekmiştir. XVII. yüzyılda Orta Asya
Türkçesinin değerli yazarı Ebü'l Gâzi Bahadır Han, "şecere-i Türk"
adlı eserinde "Cengiz-Nâme"nin ı7 varyantını tesbit ettiğini
söylemektedir. Bu bilgi, bu destanın, Orta Asya'daki Türkler arasındaki yaygınlığını
göstermektedir. Orta Asya Türkleri, Cengiz'i islâm kahramanı olarak da
görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler tarafından ise
Cengiz hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu hükümdarı islâm düşmanı
olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun sevilmemesinde etkili olmuştur.
Moğolların Anadoluya saldırgan biçimde gelip ortalığı yakıp yıkmaları,
Bağdat'ın önce Hülâgu daha sonra Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması,
Timurlenk'in Yıldırım Beyazıd'la sebebsiz savaşı gibi tarihi gerçekler,
Cengiz'in de diğer Moğollar gibi sevilmemesine sebeb olmuştur. Cengiz-Nâme
batıda yaşayan Türkler'in hafıza ve gönüllerinde yer almamıştır.
"Cengiz-Nâme"nin Orta Asya Türkleri arasında bir diğer adı da "
Dâstân-ı Nesl-i Cengiz Han"dır.
Edige
Bu destanda XIII yüzyılda Hazar denizi
kıyısında kurulan Altınordu Hanlığının XV. yüzyılda Timurlular tarafından
yıkılışı anlatılmaktadır. Destanın adı, Altınordu Hanı ve bu destanın kahramanı
Edige Mirza Bahadır'a atfen verilmiştir. Edige Mirza Bahadır'ın devletini
ayakta tutabilmek için yaptığı büyük mücadeleler, ölümünden sonra XV. yüzyılda
destan haline getirilmiştir. 1820'yılından itibaren yazıya geçirilen Edige
destanının Kazak-Kırgız, Kırım, Nogay, Türkmen, Kara Kalpak, Başkırt olmak
üzere altı rivâyeti tesbit edilmiştir Çeşitli Türk guruplar arasında Alp Er
Tunga ve Oğuz Kağan gibi ilk Türk destanlarının izlerini taşıyan Türk
kahramanlık dtünya görüşünü temsil eden burada bahsi geçenler kadar
yaygınlaşmamış ortak edebiyat geleneği içinde yer almamış pek çok başka destan
örneği bulunmaktadır. Osmanlı sahasında destandan hikâyeye geçişte ara türler
olarak da nitelendirilen çok tanınmış ve bir çok Türk topluluklarınca da
bilinen Köroğlu örneği yanında daha sınırlı alanlarda tesbit edilen
Danişmendname , Battalname gibi ilgi çekici örnekler de bulunmaktadır.
Battal-Nâme
Bu destanın kahramanı Türkler arasında Battal
Gâzi adıyla benimsenmiş bir Arap savaşcısıdır. Asıl destan, VIII. yüzyılda,
Emevî'lerin hırıstıyanlarla yaptıkları savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiş
Abdullah isimli bir kişiyle ilgili olarak doğmuştur. Battal arapça kahraman
demektir, Battal Gâzi, Arap kahramanına verilen unvanlardır. Türklerin müslüman
olmalarından sonra Battal Gâzi destan tipi Türkleştirilmiş önceki destan
epizotlarıyla zenginleştirilmiş ve anlatım geleneği içine alınmıştır. XII ve
XIII yüzyıllarda Battal-Nâme adı ile ve nesir biçimi yazıya geçirilmiştir.
Hikâyeci âşıkların repertuarlarında da yer almıştır.Seyyid Battal adıyla da
anılan bu kahraman hem çok bilgili, çok dindar ve cömertdir. Müslümünlığı
yaymak için yaptığı mücadelelerde insanların yanında büyücü, cadı ve dev gibi
olağanüstü güçlerle de savaşır. " Aşkar Devzâde" isimli atı da
kendisi gibi kahramandır. Arap, Fars ve Türklerin X-XX. yüzyıllar arasında oluşturdukları
ortak islâm kültür dâiresinin ürünlerinden biri olmakla beraber Orta Asya'da
yaşayan Türk guruplar arasına da yayılarak Türk kabul ve değerleriyle
kaynaşmıştır.
Dânişmendnâme
Anadolunun fethini ve bu mücadelenin
kahramanlarını anlatan, X11. yüzyılda sözlü olarak şekillenen X111. yüzyılda
yazıya geçirilen islâmî Türk destanlarındandır. Danişmendnâme'de hikâye edilen
olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri
olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun
süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir. Köroğlu metni destan adıyla
anılmakla ve bazı destanî niteliklere de sahib olmakla birlikte XX. yüzyılda
Anadolu'dan derlenen örnekleri daha çok halk hikâyesi geleneğine yakındır.
Anadolu'da hikâyeci âşıklar tarafından 24 kol halinde anlatılan hikâyesinin
özeti kısaca şöyledir :
Köroğlu Destanı
Bolu beyi, güvendiği seyislerinden biri olan
Yusuf'a : " Çok hünerli ve değerli bir at bul ." emrini verir. Seyis
Yusuf, uzun süre Bolu beyinin isteğine uygun bir at arar. Büyüdüklerinde
istenen niteliklere sahip olacağına inandığı iki tay bulur ve bunları satın
alır. Bolu beyi bu zayıf tayları görünce çok kızar ve seyis Yusuf'un gözlerine
mil çekilmesini emreder. Gözleri kör edilen ve işinden kovulan Yusuf, sıska
taylarla birlikte evine döner. Oğlu Ruşen Ali'ye verdiği talimatlarla tayları
büyütür. Babası kör olduğu için Köroğlu takma adıyla anılan Ruşen Ali,
babasının isteğine göre atları yetiştirir. Taylardan biri olağanüstü bir at
haline gelir ve Kırat adı verilir. Kırat da destan kahramanı Köroğlu kadar
ünlenir. Seyis Yusuf, Bolu beyinden intikam almak için gözlerini açacak ve onu
güçlü kılacak üç sihirli köpüğü içmek üzere oğlu ile birlikte pınara gider.
Ancak, Köroğlu babasına getirmesi gereken bu köpükleri kendisi içer, yiğitlik,
şâirlik ve sonsuz güç kazanır. Babası kaderine rıza gösterir ancak oğluna
mutlaka intikamını almasını söyler. Köroğlu Çamlıbel'e yerleşir, çevresine
yiğitler toplar ve babasının intikamını alır. Hayatını yoksul ve çaresizlere yardım
ederek geçirir. Halk inancına göre silâh icat edilince mertlik bozuldu demiş
kırklara karışmıştır. Çeşitli dönemlere ve farklı siyâsî birlikler sahip Türk
gurubları arasında tesbit edilen Türk destanlarının kısaca tanıtımı ve özeti bu
kadardır. Bu destan metinleri incelendiğinde hepsinde ilk Türk destanı Oğuz
Kağan destanının izleri bulunduğu görülür. Bu destan parçaları Türk dünyasının
ortak tarihî dönem hatıralarını aksettiren ilk edebî ürünler olarak da önem ve
değer taşırlar. Bir gün bu parçalardan hareketle Fin destanı Kalavala gibi
değerli mükemmel bir Türk destanını yazılabilirse çeşitli kaynaklarda dağınık
olarak bulunan malzeme daha anlamlı hale gelebilir kanaatindeyim.
Kaynaklar
1.
Banarlı Nihat Sami,
Resimli Türk Edebiyatı
Tarihi, Istanbul 1971.
2.
Bang W. - R.R. Arat,
Die Legende von
Oghuz-Kaghan, Berlin ı932. Türkçe
çevirisi, Oğuz Kağan
Destanı,
Istanbul 1936.
3.
Ebulgâzi Bahadır Han,
şecere-i Terakime, fotokopi,
Istanbul ı937.
4.
Gökyay Orhan şâik, " Han-nâme" Necati
Lugal Armağanı, Ankara ı968.
5.
inan Abdulkâdir, Tarihte
ve bugün şamanizm,
Ankara ı945.
6.
Köprülü Mehmet Fuat,
Türk Edebiyatı Tarihi,
Istanbul 1928. ikinci baskı
Istanbul 1982.
7.
Moğolların Gizli Tarihi,
çeviren Ahmet Temir,
Ankara ı948.
8.
Orkun H.N., Oğuzlara
Dâir, Ankara ı935.
9.
Ögel Bahaeddin, "Uygurların Menşe
Efsanesi", A.Ü. Dil
ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi , Ankara 1947.
10. Ögel
Bahaeddin , Türk Kültür
Tarihi, Ankara 1962.
11. Türk
Mitolojisi, Ankara 1971.
12. Sümer
Faruk, Oğuzlar , Ankara
1967.
13. Togan
Zeki Velidi, Umumî
Türk Tarihine Giriş, Istanbul 1946.
Bölüm 42
10 Aralık 2000, Ankara
10 Aralık 2000, Ankara
Türk
Destanları
Sunan: Doç. Dr. Serpil Bağcı
Konuşmacılar: Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Prof. Dr. İsa Özkan
Konuşmacılar: Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Prof. Dr. İsa Özkan
Bağcı:Merhabalar sevgili izleyiciler
Türkiye’den programımızın bu haftaki konusu destanlar. Bu haftaki konumuzu
tartışmak üzere aramızda Sayın Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Prof. Dr. İsa
Özkan bulunuyor. Her iki hocamız da Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyeleri. Bugünkü konuklarımızın Türk edebiyatında uzman kişiler
özellikle de Türk destanlarıyla ilgili yaptıkları araştırmalarla tanınıyorlar.
Öncelikle sizden başlayayım Ahmet Bey bize öncelikle genel olarak destan
kavramını tanımlayabilir misiniz?
Ercilasun: Destan bir tür olarak düşünüldüğünde kahramanlık hikayeleridir.
Destan Türkçe’de eskiden çok değişik anlamlarda kullanılmış. Genel olarak
hikaye anlamında kullanılmış, Farsça’dan geçme bir kelime. Bugün
dilimizde başlıca iki anlamda kullanılıyor; biri kahramanlık destanı biri de
küçük manzum hikayeler. Ancak biz burada kahramanlık destanlarını anlıyoruz
Rusların epos dedikleri epik hikayeleri anlıyoruz destandan. Bizim dışımızdaki
Türk dünyasında destanın anlamı biraz daha geniş, yalnız kahramanlık hikayelerini
içine almıyor, aynı zamanda Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi
aşk hikayelerini de içine alıyor. Bazı destanlarımızdan bu aşk hikayelerine bir
geçiş de yok değil. Biz destan derken Türkiye’de daha çok bu kahramanlık
hikayelerini anlıyoruz. Her hangi bir topluluğun doğuşunu, geçirdiği zor
zamanları zamanla o topluluğun fertlerinde çok derin izler bırakıyor hem
ruhlarında hem zihinlerinde. Milletin teşekkülü, geçirilen felaketler
milletin zihninde çok derin izler bırakıyor ve sözlü bir gelenek halinde
zamanla destancılar tarafından çeşitli şekillerde çoğunlukla bir müzik aleti
eşliğinde, genellikle kopuz eşliğinde anlatılmaya başlanıyor. Yani
başlangıçta sözlü olarak teşekkül ediyor destan. Bütün sözlü ürünler gibi
değişe değişe yaşayan bir ürün. Bugün bile bazı Türk destanları destancılar bir
takım eklemelerle değişik varyantlar halinde anlatılıyor. Geçmişte de bu
mutlaka böyle oluyordu. Bir çok milletin destanı belli bir anda o sözlü
gelenekten yazıya geçirilmiş oluyor, yazıya geçirilince o milletin yazılı
destanı haline geliyor. Eski Yunanlıların İlyada ve Odissası, İranlıların
Şehnamesi, bunlar da uzun süre sözlü gelenekte yaşadılar ama çok eski
dönemlerde yazıya geçirildiler. Yunan destanları Miladtan önceki yüzyıllarda,
Şehname aşağı yukarı 11.yy’ın başlarında yazıya geçirildiler. Geç dönemlerde
yazıya geçirilenleri de var. Finlilerin destanı geçen yüzyılda yazıya
geçirildi. Bizim destanlarımızdan yazıya geçirilmiş olarak Oğuz Kağan
Destanı’nın çok küçük bir parçası var. Oldukça geç bir tarihte yazıya
geçirilmiş bu parça. Dede Korkut Destanları Oğuz Kağan Destanı’ndan ayrılan
parçalar olarak çok sonra yazıya geçmiş 16., 17.yy’larda. Şu anda devam etmekte
olan bazı destanlarımız 19.yy’da derleyiciler tarafından yazıya geçirilmeye
başlanmış. Hala da yazıya geçiriliyor böyle yazılan sözlü destanlarımız. Bir
çok destanımız da maalesef yabancılar tarafından özet olarak kaydedilmiş. Bugün
sözlü gelenek yaşamıyor olan tarihte sözlü gelenekte yaşamış olan destanları
biz sadece bazı yabancı dillerdeki kaynaklardan öğreniyoruz. Çok ünlü Ergenekon
Destanı böyledir. Bu destan bugün sözlü gelenekte yok. Şüphesiz uzun süre
anlatılmış. Bunu ilk önce Çin kaynakları değişik varyantlar halinde özet olarak
yazıya geçirmişler. Daha sonra Farsça olarak yazıya geçmiş. Demek ki destan
esas itibariyle sözlü gelenekte yaşayan bir kahramanlık hikayesi. Bir toplumu
derinden etkileyen olayların anlatıldığı kahramanlık hikayesi. Elbette pek çok
durum, şahıs ve olağanüstü varlıklar da karışıyor.
Bağcı:Kahramanlık destanlarının kahramanları
tek mi oluyor? Yoksa Birden fazla mı oluyor?
Özkan: Televizyonları başında bizi seyreden bütün Sayın seyircilerimize
ben sevgiler ve saygılar yolluyorum. Türk destanlarında Ahmet Bican
Ercilasun’un ifade ettiği gibi bir tarihi tabakalaşma vardır. Destanlarımız
adeta bir kartopu gibidir, milletlerin efsanevi tarihidir. Burada
destanın oluşumundan itibaren diğer tarihi olaylar da destanın içerisine
karışır. Bu olayları destan anlatıcıları işleyerek günümüze kadar taşımışlardır.
Bazıları yazıya geçirilmiştir. Türk destanlarında bir merkezi erkek kahraman
tipi her zaman için vardır. Hanım kahramanlarımız da vardır. Merkezi şahsiyeti
hanım olan destanlarımızdan biri Uygurların Nozugum Destanıdır. O
kahraman, milletine karşı zulmedenlerle kendi gücü nispetinde
savaşmıştır. Yine Kazak Türkleri’nin 19.yy’da derlenen Ayman Çolpan destanı
vardır. Orada da destan kahramanı hanımdır. Türk kültür tarihinin çok önemli
bir meselesidir, biz ataerkil aile yapısına mı sahibiz yoksa anaerkil aile
yapısına mı sahibiz. Hanım destan kahramanları bizim havza kültürü yaşadığını
kabul ettiğimiz Hakaslar’da, Tuva’da, Altay’da ve Saha Türkleri’nde
zaman zaman erkek kahramanlardan daha öne çıkıyor. Mesela Hakaslar’daki Altın
Arık destanında merkezi kahraman Altın Arış Adlı bir hanımdır.Altın Cus
destanında da öyledir, Bir hanım kahramandır. Onun Hakasların kendilerine komşu
olarak yaşayan Samoyetler’den’ geçmiş bir motif mi olduğu yoksa orijinal bir
motif mi olduğu hususu bugün araştırmacıların üzerinde durduğu meselelerden
biridir. Merkezi kahramanları erkek olan destanlarımız daha çoktur. Burada
sözün başında şöyle bir tespit yapmayı şahsen gerekli görüyorum, bugüne
kadar Türk destanlarının tam bir envanteri çıkartılamamıştır. Kaç destanımızın
olduğunu henüz tam olarak bilemiyoruz. Elimizde bir takım bilgiler vardır.
Özellikle Türk cumhuriyetlerinin ve topluluklarının 20.yy’ın son on yılında
bizim karşımıza destan konusunda araştırma yapılacak bir lâboratuar gibi
çıkmasının sonrasında gördük ki, bilgilerimiz çok eksikmiş. Bugün Altay
Türkleri’ne ait yüz on destan yayınlanabilmişse Türk destan envanterinin ne
kadar zengin olduğunu görebiliyoruz. Sadece elli beş bin nüfusu bulunan Altay
Türkleri’nin destan sayısı yüz on.
Bağcı:Bunlar tamamıyla birbirinden ayrı
destanlar mı yoksa birbirinin içine girmiş, birbirini doğuran öyküler mi?
Özkan: Hakas ve Altay Türklerindeki destanların her biri müstakil
destanlardır. Bizim batılıların cycle dedikleri, zincirleme kabul
ettikleri destanlar vardır. Burada merkezi kahraman vardır, onun
doğumu, ad alması, kahramanlık kişiliğini kazanması ve
evlenmesi, kendi kavmine zarar veren düşman kavimlerle savaşları,
ölümü ve ölümünden sonraki merkezi kahramanın ülkülerinin yine kendi neslinden
gelen birisi tarafından devamı söz konusudur ki bu konuyu biz Manas Destanı’nda
çok net bir biçimde görürüz. Manas doğar, ad alır, evlenir,
mücadele eder, ölür, dirilir, mücadelelerine devam eder. Onun
mücadelesi bütün Türkleri Kırgız Türkleri’nin önderliğinde bir bayrak altında toplamaktır.
Kendisinin ömrü yetmeyince onun ülkülerini oğlu Semetey yerine getirmeye
çalışır. Semetey destanı ayrı bir dairedir. Ondan sonra Seytek, ondan
sonra Alınsarık, Kulunsarık devam ettirmeye çalışır. Türk destanlarının
bir kısmı epostur. Epos tek destan demektir. Epope ise zincirleme destanlar
yani destanlar dairesi demektir. Türk destanları içerisinde Oğuz Kağan
zincirleme destandır. Yine Manas tarih olarak orta zaman diye tabir ettiğimiz
devirlerin zincirleme destanıdır. Köroğlu kollar halinde teşekkül ettiği için
zincirleme bir karaktere sahiptir. Türk destanlarında merkezi erkek ve kadın
kahramanın kırk arkadaşı vardır. Bunlar formülistik sayılarla gösterilir.
Ercilasun: Hanım kahramanın kırk ince belli kız nedimesi vardır,
Kenizeki vardır. Erkek kahramanın da kırk yiğidi, Çorası vardır.
Kahramanlar kırk arkadaşıyla birlikte hareket ediyor.
Bağcı:Kadın kahramanlar hep savaşlara
katılıyorlar her halde.
Ercilasun: Eski Türklerde destanda öyle olduğu gibi gerçek hayatta da öyle.
Bozkır hayatı yaşayan bütün kavimlerde, İranlıların da bazı kavimleri
bozkır hayatı yaşamış, kadın erkek tabiatla ve yabancılarla birlikte
mücadele etmek zorunda. Onun için kadınlar da tabii ister istemez kahraman
oluyor.
Bağcı:Bu kadın kahramanların duygusal dünyasıyla
erkek kahramanların duygusal dünyası, duygularını ifade etme biçimleri
birbirinden farklı mı?
Ercilasun: Destanda fazla duygu derinliği aramamak gerekir. İsa Bey yanlış
söylüyorsam düzeltsin. Destanda tabii duygular var ama fazla yüzeysel gidiyor.
Bu bakımından Dede Korkutun parçalarından birisi olan Bamsı Beyrek önemlidir.
Bamsı Beyrek ile onun beşik kertmesi Banı Çiçek arasında elbette bir duygu bağı
var ama Banı Çiçek ile Bamsı Beyrek birbirleriyle yarışarak, ok
atışarak, güreşerek sevgilerine kavuşacaklardır. Hayat mücadelesi, duygu
dünyasının önüne geçmektedir.
Bağcı:Her hangi bir destanda bir erkek
kahramanın öfkesini gösterme biçimiyle bir kadın kahramanın öfkesini gösterme
biçimi arasında fark var mı?
Özkan: Türk destanları milletin hayatının edebi olarak işlenmiş olduğu
eserlerdir. Dolayısıyla buradaki hayat halkın mahşeri vicdanlarındaki akislerin
bir anlamda tercümesidir, ifadesidir. Türk destanlarında kadın ve erkeğin
duygusal hayatlarıyla ilgili kısımlar da vardır. Bu destanın vazetmiş olduğu
töreye uygun biçimdedir. Türk destanları halk hayatının bütünüyle ifade
edildiği eserlerdir. O bakımdan hocamın biraz önce bahsettiği Dede Korkut
boyunda Banı Çiçek ile Beyrek’in arasındaki olaylar yaşama biçimleri ile de
ilgilidir. Türk kahramanlık destanlarının ortaya çıktığı dönem her şeyden önce
yaylak, kışlak hayatının geçerli olduğu bir dönemdir. Dışa dönük bir
hayat vardır. Buradaki hayatta herkesin bir rolü vardır. Bu rol içerisinde hem
kadın hem erkek kahramanlar adeta bir alp tipinde yetişmektedir. Oyunları ata
binmek, güreş tutmak, ok atmak hemen bütün Türk destanlarında
kahramanların bu oyunlarında üstün olması gerekmektedir. Zaten destan kahramanı
olağanüstü bir şahsiyettir. Toplumda bildiğimiz, tanıdığımız normal biri
değildir. O herkesten iyi ok atan, savaşan biridir. Kahramanın atı da
cins attır. Biz buna bazı destanlarımızda argümak atlar deriz, bad-ı paya
yani rüzgar atları deriz. Bir kısım destanlarımızda cennet atları olarak
bahsederiz. Bazı destanlarımızda aşkardır bu atların adı. Bunlar denizden
çıkmış bir ailenin neslinden türemiş atlardır. Kahramana tehlikeleri önceden haber
verirler, uzun mesafeleri çok kısa bir zamanda aşarlar. Hakas ve Altay
destanlarında bu atların kanatları vardır. Bu atlar uçarak kahramanı çok kısa
bir sürede istedikleri yere ulaştırırlar. Dolayısıyla hem hanım kahramanlar hem
erkek kahramanlar toplumun kendisine vermiş olduğu rolü yerine getirmektedir ve
bu töreye uygundur. Türk destanlarında kaç göç yoktur. Türk destanlarında
yerleşik hayatla ortaya çıkabilecek olan incelmiş duygular olmakla birlikte
bunlar eseri zayıflatacak ve bugün anladığımız manada bir derinlik psikolojisi
haline getirebilecek duygular değildir. Oldukça açık net, samimi
ifadelerdir.
Ercilasun: İsa Bey anlatırken aklıma bazı Dede Korkut boyları geldi. Dirse
Han oğlu Boğaç Han’da Boğaç Han’ın annesi Boğaç Han’ın geri gelmemesi üzerine
öfkesini çok açık bir şekilde gösteriyor. Kocasına kızıyor nerede bıraktın
oğlumuzu diye. Erkek kahraman da ağlar, kadın kahraman da ağlar,
erkek kahraman da bağırır, kadın kahraman da kocasına bağırabilir. İkisi
de aynı hayatın içinde ama İsa Bey’in başta anlattığı gibi erkek kahramanlar
çoğu defa öne çıkıyor destanlarımızda. Şimdi bir başka kadın erkek ilişkisi
bizim ünlü destanımız Deli Dumrul’da yer alıyor. Azrail Deli Dumrul’un canını
alacak, annesi, babası kendi canlarını onun yerine vermiyorlar ama
sevdiği veriyor. Bu da derinine gitmemekle birlikte anlatılıyor. Bu motif
sonradan türkülerimize bile geçmiştir biliyorsunuz.
Özkan: Siz Kars’ta yaptığınız derlemelerde de Burla Hatun’un adını
tespit etmiştiniz, Kara Papak-Terekeme Türkleri arasında. Burla Hatun
Kazan Hanı’nın hanımıdır, Bayındır Han’ın Kızıdır. Kendisini düşmanlar
esir alırlar, kırk kenizeyi yani ince belli cariyelerle birlikte. Burla Hatun
bütün Türk hanımları gibi namusuna oldukça düşkündür. Düşmanlar Burla Hatun kim
diye sorduklarında kırk kızın kırkı da öne çıkıp Burla Hatun olduklarını iddia
ederler. Burada bir sosyal dayanışma ve bağlılık da ortaya konmaktadır. Oğlu
Uruz esir düşünce ona annesini sorarlar. Annesine kendi namusunu sonuna kadar
korumasını kendi etinden kavurma yapılıp önüne konulsa dahi namusunu korumak
için yemesi gerektiğini söyler. Böylelikle onun Kazan Hanı’nın hanımı olduğu
anlaşılmayacaktır. Burada çok sadık, vefakar, eşe,
aileye, milletine bağlı bir yapı görüyoruz. Kazan Han’ın evinin yağmalandığı
boyda ilginç bir yapıyla daha karşılaşıyoruz. Burada bir Potlaç töreni var. Bu
ilginçtir kültür tarihi bakımından. Kazan Han yılda bir defa hanımının da
elinden tutuyor, dışarı çıkıyor, han otağında ne varsa halkın
almasını istiyor. Bunun amacı şudur: Ben sizin mal mülk dediğiniz hiç bir şeyi
istemiyorum. Bunların her birisi sizindir, gelip alın demek. Ganimeti
yağmalatmak Türk beylerinde bir gelenek. Demek ki yöneticinin kazandıklarında
halkın payı var. Yılın belli dönemlerinde bey halkın bu kazancı almasına izin
veriyor.
Ercilasun: Eğer halk payını almazsa “iç Oğuzla dış Oğuz birbirine giriyor”
yani iç isyan çıkıyor. Dede Korkutun son boyunda iç Oğuzla dış Oğuzun birbirine
girmesi anlatılır. Savaşın sebebi hükümdarın geleneği bozarak yağmalatmamasıdır.
Özkan: Burada ilginç bir durum var. Han sözü Farsça’da sofra demektir.
Bu sözcüğün en eski şekli “kan” olmalı. Hükümdarların sofraları çok meşhur.
Açlar doyuruluyor. Bu adet Türklerden yerleşik toplumlara geçmiş. Bu gelenek
19.yy’da han-ı yağma adıyla Tevfik Fikret’in şiirinde geçer.
Ercilasun: Orada biraz olumsuz anlamda kullanılıyor.
Özkan: Sözün çıkışı destanlar içindeki millet hayatının yüzyıllar
içerisinde kaybolmadan düne kadar taşındığını ve yaşamaya devam ettiğini
göstermektedir.
Ercilasun: Sofrasını açmayan bey-bey yönetici anlamında kullanılıyordu
biliyorsunuz- bey sayılmıyordu. Divan-ül Lügat-it Türk’te beyin cömertliğini
öven iki ayrı şiir var. Demek ki Türk toplumu cömertliğe de, beyliğe de
çok önem veriyor. Ağalık aslında cömertlik etmek, malını, mülkünü
halk için sarf etmek anlamında kullanılmıştır. Ağanın eli tutulmaz deyiminde de
gördüğümüz gibi ağa aslında olumlanan bir kavram. Bir çok yerde ağa hala bu
anlamda görülüyor. Mesela bahşiş verdiğiniz zaman Erzurum’da ağalık ettin beyim
der.
Özkan: Dede Korkut kitabında girişteki mukaddimede “er nekesin cömerdin
ozan bilir” der. Yine Oğuzname’de “Sofra çekmeyince erin adı çıkmaz” yani bir
ziyafet çekmeyince erin adı duyulmaz denmektedir. Hocam başta Türk
destanlarının kaynaklarından çok az bir kısmının Türkler tarafından tespit
edildiğini geri kalan kısmının başka kaynaklarında bulunduğunu söyledi.
Çin, Bizans, Fars, Rus kaynaklarında hatta Arap kaynaklarında
Türk destanlarıyla ilgili kayıtlar vardır. Bizim en eski destanımız Alper Tunga
Destanıdır. Alper Tunga Destanı ile ilgili kayıtlar hem Fars kaynaklarında var
hem de Divan-ül Lügat-it Türk’te var. M.Ö 624’te yaşamış Alper Tunga,
Kaşgarlı Mahmut 1077’de, 1700 yıl sonra Alper Tunga ile ilgili
tespitlerde bulunuyor. Onun hatırasını yansıtan sekiz dörtlük topluyor. Bunlar
Divan-ül Lügat-it Türk’te var. Ayrıca Alper Tunga ile ilgili bilgi de var
Divan-ül Lügat-it Türk’te. Saka Türkleri’nin hükümdarı olan Alper Tunga,
İran Turan Savaşlarında çok büyük rol oynamış. Farslar onu bir ziyafette
zehirleyerek öldürmüşler. Hatırası devam ediyor. Tona Fars demektir. Bununla
ilgili kayıtlar hem batı Türklerinde hem doğu Türklerinde var. Anadolu’da pek
çok yer adı var kaynağını bundan alan. “ Alper Tunga öldü mü / Issız acun kaldı
mı / Ödlek öcün aldı mı / İmdi yürek yırtılır.” Buradaki “ öd” “felek” yani “
zaman” demektir. Karaciğerimizin üstünde öd kesemiz vardır, o zamanı
bildirir. Ödlek o kesenin patlayacağından korkan insanlardır. Oradan kelime
günümüze kadar gelmiş, bugün Türkiye Türkçe’sinde yaşıyor. Alper Tunga
hakikaten bunun için çok büyük kahraman. Bozüyüğ’ün fethi sırasında Osman
Gazi’nin alplerinden birisinin adı Kara Tonadır. Kara Tona’ya Bozüyük dirlik
olarak verilir. Oraya yerleşir ve kendi adına bir mahalle kurar. Kara Tona Mahallesi’nin
adı halk arasında söylene söylene Karadona olur. 1946’da yer adlarını
değiştirme konusunda bir komisyon kurulur. Komisyon bu adın ne ile ilintili
olduğunu bulamaz ve pek kulağa hoş olmadığı için bu tarihi adı değiştirirler.
Ankara’dan çıkıp Sungurlu’ya doğru yaklaştığınızda Aşağı Tona, Yukarı
Tona diye iki köy adı göreceksiniz.
Ercilasun: Tona, pars anlamındadır.
Özkan: Uygur Türkleri’nin Abdurrahman Han Destanı’nda destan kahramanı
kendisinin “er tona bolup” düşmanlara karşı savaşan bir kahraman olacağını
ifade eder. Destan kahramanlarının adları da diğer destanlar içerisinde
yaşatılmaya devam ediyor.
Bağcı:Bu sözlü gelenekte yaşayan destanların
yazıya geçirildiğinde daha kalıcı olduğunu söylediniz. Böyle bir istek nasıl
bir şekilde doğabilir sizce? Dede Korkut öyküleri nasıl olup ta, hangi
güdüyle yazıya geçirilmiş?
Ercilasun: Yerleşik medeniyetin yazı kültürünün gelişmiş olması lazım.
Bozkır hayatına, konar göçer hayatına devam ettiğiniz sürece bu arzu
ortaya çıkmaz. Nasıl olsa destanlar anlatıla anlatıla nesilden nesile geçiyor.
Dede Korkutun yazıya geçirildiği tarih bazı araştırmacılara göre 15.yy,
bazı araştırmacılara göre 16.yy’ın ilk yarısıdır. 15.yy’da Anadolu’da ve
Azerbaycan’da nispeten bir yerleşik kültür ortaya çıkmış. Elbette pek çok
göçebe Türk topluluğu var o dönemde de ama bir yerleşik kültür, yerleşik
medeniyet ortaya çıkmış. Bir kaç yüzyıldır insanlar Oğuz Türkçe’sini yazı dili
haline getirmişler. 13.yy’dan beri pek çok eser yazmışlar. Mesela Tevarih-i
Al-Osman gibi Osmanlı sülalesinin tarihini anlatan bir eser bu dönemin
ürünlerindendir. Aşık Paşazade, Oruç Bey de Dede Korkut öykülerinin
yazıya geçirilmesinden öncedir. Aşık Paşazade’nin Garipnamesi, şiir
kitapları, tıp kitapları da mevcut yani yazılı kültür 13.yy’dan itibaren
doğmuş. 15.yy’da da bu toplum elbette ki sözlü gelenek içinde yaşayan
destanları da yazıya geçirme ihtiyacı içinde olmuş. Dede Korkutun yazıya
geçirildiği coğrafya büyük ihtimalle Doğu Anadolu. Doğu Anadolu 15.yy’da
Osmanlı toprağı değildi. 15.yy’da önce Karakoyunlu sonra Akkoyunlu Türkleri’nin
toprağıydı. Bu devletlerin her ikisi de hem Doğu Anadolu’yu hem Güneydoğu
Anadolu’yu hem de bugünkü Kuzey Azerbaycan’ı ve şimdi İran toprakları içindeki
Güney Azerbaycan’ı içine alan büyük devletlerdi. Fatih Sultan Mehmet ile
Akkoyunlu Uzun Hasan’ın mücadelesini de hatırlatmakta yarar var. O
coğrafyada, o tarihlerde Dede Korkut yazıya geçirildi. Bunda
hükümdarların birbirleriyle yarışmasının da payı var. 15.yy Anadolu ve
Azerbaycan’daki hepsi Oğuz neslinden gelen hükümdarların birbirleriyle yarış
halinde oldukları bir dönemdi. Bu yarış kendilerini Oğuz Kağan nesline bağlamak
adına yaptıkları bir yarıştı. Uzun Hasan Bayındır boyundan olduğunu ileri
sürüyordu. Osmanlılar tarihlerinde Kayı olduklarını yazıyorlardı. Yavuz Sultan
Selim de Oğuz Kağan’ın torunu olduğunu iddia etmiştir. Aynı şekilde
Karakoyunlular Sahur boyundan olduklarını söylüyorlardı. Bu yarışın sonunda
Akkoyunlu hükümdarları Dede Korkut boylarının yazıya geçirilmesinde rol oynamış
olabilirler. Ben bunu sadece bir tahmin olarak söylüyorum.
Bağcı:O dönemde başka yazılı destanların
bulunması da söz konusu Battalname, Danişmendname, Şeyhname gibi.
Ercilasun: 14., 15.yy’da Anadolu’da teşekkül etmiş destanlar söylediğiniz
destanlar. Danişmendname Anadolu’da Danişmendoğulları’nındır. Bu sülale Orta
Anadolu’yu Sivas, Erzincan, Tokat'ı Türkleştiren bir sülale.
Saltukname, Battalname o dönemde bir yandan sözlü olarak söylenirken bir
yandan da yazıya geçirilmiş destanlar. Onların yazıya geçirilmesi Dede Korkutun
yazıya geçirilmesine etki etmiş olabilir.
Bağcı:Saray edebiyatı ve halk edebiyatı
ayrımı koyabilirsek, kimi zaman çok örtüşük olarak yaşadığını biliyoruz
ama ikisini ayrı ayrı düşünmeye çalışırsak, bu destanları daha çok halk
edebiyatına mal edersek, sultanların, önemli yönetici kişilerin
kütüphanelerinde özenle iyi hattatlar tarafından istihza edilmiş, güzel
ciltlerle ciltlenmiş örnekleri var mıydı bu destanların?
Ercilasun: Bizde seyrek. Şeyhname bu bakımdan çok şanslı. Onu da yazdıran
bir Türk hükümdarı biliyorsunuz Gazneli Sultan Mahmut. Kendisini İran-Turan
hükümdarı olarak gördüğü için belki bunun da yansımasını istiyor ama sonuç
olarak o destan Fars milletini dirilten, Fars dilinin ölmemesini sağlayan
bir destan. O destan ilginç bir şekilde saray muhiti içinde yazıya
geçmiş, dediğiniz şekilde minyatürlerle süslenmiş bir destan. Bizde
Oğuzname adı verilen Oğuz Kağan Destanı’nın biraz özeti sayabileceğimiz bazı
yazmalar Topkapı Sarayı’nda var. Bunlar Reşidettin’den tercümedir. Reşidettin
14.yy’ın başlarında umumi bir dünya tarihi yazmış. Bunun içinde çok geniş yer
tutan Türk ve Moğolların tarihi de var. Bunun içinde Farsça olarak Oğuz Kağan
Destanı var. Buna Oğuzname deniyor. Bizim için belki hayıflanılacak bir durum.
Oğuz Kağan Destanı’nın en geniş, en eski nüshası bu Farsça
nüshadır, Reşidettin’in Cami-ü’t-Tevarihi içindedir. Oğuz Kağan Destanı
daha sonra bir yüzyıl, iki yüzyıl sonra İstanbul’da da yazıya
geçirilmiş, bu nüsha Topkapı Sarayındadır. Bu konuda en çok çalışan Orhan
Şaik Gökyay’ın adını analım burada. Orhan Şaik Gökyay’ın destana yakışır
kalınlıkta Dedem Kokutun Kitabı adlı eseri var. İkinci baskısı Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları arasında yeniden çıktı. Onun arkasında Oğuz Kağan ve
çevresindekileri gösteren minyatürler var.
Bağcı:Seyit Lokman Aşuri’nin yazmış olduğu
Züttet-üt Tevarih adlı eserinin minyatürlü bir nüshasında sayfa kenarlarında
Oğuzname verev olarak yazılmış. Oğuzname ile Osmanlı’nın fiziksel olarak da bir
araya getirilmesi bakımından çok ilginç.
Özkan: Bizdeki tarihçiliğin genel anlamı içerisinde Oğuzname Türk tarihi
olarak kabul edilmiştir. Zaten Reşidettin Moğol asıllıydı ve İlhanlı sarayında
Türk tarihi ile ilgili kısma Oğuzname’yi almıştır. Ondan sonraki
tarihçilerimizde zaman zaman buna atıfta bulunarak Türk tarihinin özellikle
İslam öncesi bilinmeyen kısmını buradan kaydetmişlerdir. Esasen bizdeki destan
geleneği sözlü olarak teşekkül etmiştir ve sözlü olarak yaşatılmıştır.
Destanlarımızın tespit edilemeyişinin bir diğer sebebi de Nihat Sami Banarlı’nın
deyişiyle destan devrini yaşamaktan Türk milletinin kurtulamamış olmasıdır.
Savaşları, mücadeleleri oradan beri akıp gelen bir hayatları var ve
bunları tespit edecek zaman bulamadılar. Ancak destanlar hanın huzurunda da
okunuyor. Oğuzname’nin bir de Uygur rivayeti var. V.Bang ve Reşit Rahmeti
Arat bunu 1934’te yayınladılar. 1936’da Türkiye’de İstanbul Üniversitesi
yayınlarında çıktı. Orada bir Uygur bahşısı Oğuzname’yi tespit etmiş. Oradaki
ifadelerden bazıları üzerinde durursak, “ben Uygurların kağanı bolamen”
yani ben Uygurların kağanıyım derken bu destanın hükümdarın arzusuyla yazıya
geçirildiği anlaşılıyor. Dede Korkut kitabı “Hanım hey” diye başlar. Bu ifade
de bize destanın hanın huzurunda okunduğunu net bir şekilde göstermektedir.
Yerleşik hayatla birlikte destanların yazıya geçirilmesi biraz hız kazanmıştır.
Bana göre Dede Korkut Osmanlı dairesinde yazıya geçirilmiştir, Akkoyunlu
dairesinde değil. Kitabın baş kısmındaki “ Ahir zaman geldiğinde hanlık girü
kayuya değe” ifadesi ve“ Ertuğrul Osman neslidir, gide yorur “ ifadesi
var.
Ercilasun: Girişte sülalesinin kayuya yani Osmanlılara değdiğini açıkça
ifade ettiğine göre yazıya geçirilmesi Osmanlı’nın Doğu Anadolu’yu almasından
sonraya denk gelir ki o da Çaldıran Savaşı’ndan sonra, 1514’ten sonra
demektir.
Özkan: Bana göre de daha geç. Ben aslen Güney Azerbaycanlı Türklerden
ama Vladimir jirmunski ekolünü Sovyetler Birliği döneminde devam ettiren Halih
Köroğlu’nun dediğine katılıyorum. Ala Lisan-ı Tahife-i Oğuzan Kitab-ı Dedem
Korkut ibaresinin ebçetle 1585 yılına tekabül ettiğini söylüyor ki bunun
16.yy’a doğru olduğu bütün bu ifadelerden sonra berraklaşıyor gibi geliyor.
Ercilasun: Ben orada galiba bir yanılgıya düştüm. Okunması Akkoyunlular
zamanında her halde. Bizim bugün yazılı metinde okuduğumuz biçimi alması
Akkoyunlular devrinde olmuş.
Özkan: Bu destan çok dinamik bir destan. Hakikaten Dede Korkut kitabı
için Fuat Köprülü Bey Türk edebiyatının tüm verimlerini terazinin bir kefesine
Dede Korkutu diğer kefesine koysanız Dede Korkut ağır basar demiştir. Bu
gerçekte doğru değildir ama Dede Korkut kitabı bizim için oldukça önemlidir.
Buradaki bütün hadiseler bana göre Türkistan’da cereyan etmiştir ama Oğuzların
Azerbaycan’a, Doğu Anadolu’ya geldikten sonraki mücadeleleri de bu kitabın
içine karışmıştır. O bakımdan eski Sovyetler Birliği döneminde destanlar ile
ilgili bir anlayış vardı. Öncelikle kahramanlık destanları yasaktı, milli
ruhu beslediği için. İkinci Dünya Savaşı yıllarında cepheye insanları göndermek
için onlara bir ruh vermek gerekiyordu. O dönemde biraz izin verildi sonra
tekrar yasaklandı. 1950’li yıllarda ilk defa defa Sasunlu David arkasından Sota
Rustaveli’nin Kaplan Postuna Bürünen Kahraman destanlarına izin verilince
burada yaşayan Türk toplulukları da kendi destanlarının yayınlanmasını
istediler. Fakat bütün planlama merkezi olduğu için destanlar Türk
Cumhuriyetleri’ne paylaştırıldı. Azerbaycan’a Dede Korkut verildi,
Türkmenler’e Köroğlu verildi, Alpamış Özbeklere verildi. Oysa bu
destanlar bütün Türk boylarında anlatılıyor ve destan anlatım geleneği
müşterekti. Destan anlatım geleneği müşterek olduğu için bir Özbek bahşısı
komşu Kazak obasına gidip müşterek bir destan anlatım lehçesiyle destanları
anlatıyordu. Bu anlayış destanları bir bakıma sınırlandırdı. Bugünkü destanlar
üzerine yapılan çalışmalar açık ve net bir biçimde gösteriyor ki Türk
Destanları başlangıçta bir Türk Boyu içinde teşekkül etse bile işlenmiş ve
sevilmişse sözlü dolaşımı pek çok Türk kavmi arasında gerçekleşiyordu.Bu
bakımdan destanlarımızın büyük bir kısmı tek bir Türk Boyunun değil Bütün
Türklerin edebi eserleridir. Türk boyları temelde iki Kıpçak ve Oğuz diye iki
kısma ayırırsak, destanlarda bunlar arasında da çok geçiş var.
Ercilasun: Bazıları bazı Türk boylarında daha yaygın olabilir ama genel
olarak bir Türk destanı birden fazla Türk boyunda yaygınlaşmış oluyor. Diğer
boylara da bir şekilde izi ulaşmış oluyor. Destan-tarih ilişkisi için her halde
ayrı bir program yapmamız gerekecek.
Bağcı:Bugünkü konuşmamızın bazı yanları eksik
kaldı. Bunlardan bir tanesi destanlardaki ortak bir takım ana motifler ve
yaygınlığı. İsterseniz bunları gelecek haftaki programımıza bırakalım.
Tarih-destan ilişkisi, destanın tarih, tarihin destan olması gibi
konuları da bir dahaki haftaya tartışalım. Az da olsa bir miktar vaktimiz var.
İsterseniz gelecek hafta konu edineceğimiz destanların isimlerini alalım
sizden.
Ercilasun: Alper Tunga Destanı en eski olayları anlatan destanımız. Sakalara
ait Şu Destanı arkasından Oğuz Kağan Destanı geliyor. Ergenekon, Göç ve Türeyiş
Destanları Türklerin eski dönemlerine ait destanlar. Türklerin orta dönemlerine
ait Manas Destanı, Dede Korkut ki bana göre Oğuz Kağandan çıkmıştır.
Köroğlu Destanı, Alpamış gibi destanlar.
Bağcı:Sevgili seyirciler Ahmet Beyin saydığı
bu destanlar hakkında gelecek hafta daha çok bilgileneceğiz. Gelecek hafta
görüşmek üzere hoşça kalın. Katıldığınız için size de çok teşekkür ediyoruz.
İyi günler efendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder